top of page

Dünden Bugüne MAHALLE

Yazarın fotoğrafı: Murat TÜRKYILMAZMurat TÜRKYILMAZ



1.Giriş

“Bir yere inmek, konmak, yerleşmek” anlamına gelip hall (halel ve hulul) kökünden türeyen ve mekansal birimi ifade eden mahalle kelimesi, ikamet etmek için kullanılan yerleşimleri ifade etmektedir.[1] Önceleri konaklanan yer manasına gelen bu kelime sonraları hususi bir anlam kazanarak şehrin bir semti manasını alarak Türkçe’ ye geçmiştir. Farklı dillerde “ahtat, harat, quartier, quarter…” gibi karşılıkları olan mahalle kavramı, günümüzde şehrin fiziki anlamda sınırları belirlenmiş bir alt birimi şeklinde tanımlanmaktadır.[2] Mahalle kavramı şehrin bir alt birimi olması sebebiyle, şehre bağımlı ve şehrin temel özelliklerini de taşıyan bir kimliğe sahiptir.

Şehir, içerisinde yaşayan insanların, müştereklerine, inançlarına, geleneksel yapısına göre şekillenerek kimlik kazanan ve fiziksel mekanın da ortak kullanımının bir sonucu olarak, kolektif bilince ve kolektif kimliğe sahip insanların yaşadığı ve organize olduğu bir ortamdır. Mahalle ise, aynı yapıyı kendi içerisinde tekrarlayan şehrin en küçük hücresidir.[3] Erses’ e göre “Şehir ve mahalle cetvelle ve pergelle anlaşılacak bir yapı değildir, adeta devingen ve canlılığı olan bir hücredir.”[4]

Mahallenin mekansal ve fiziksel tanımlamalarının yanı sıra tarihsel, siyasal, kültürel ve toplumsal özellikler de onu oluşturan unsurlardır. Mahalleyi oluşturan bireylerin aidiyet duygusunu besleyen müşterekler, mahallenin ait olduğu şehrî miras, ülkeye hakim olan genel siyasal, toplumsal ve dinsel özellikler mahalle hakkında yapılacak değerlendirmeleri doğrudan etkileyen unsurlardır.

Devlet, şehir ve alt birimler arasında ki ilişki biçimleri de mahalleyi etkilemektedir. Devlet, şehir ve en alt birim olan mahalle büyük bir bütünün parçalarıdır. Ve bu parçaların adeta bir çarkın dişlileri şeklinde bir uyum ve ahenk içinde çalışması gerekmektedir. Bu düzen, devletin bir bütün olarak ve sürekli bir şekilde yaşamasını sağlamaktadır.[5] Bu manada şehirle mahalle arasında fiziksel, yönetsel ve iktisadi bir bağımlılık söz konusudur. Bu bağımlılık bizi öncelikle şehirleri ve şehirleri şekillendiren düşünce, gelenek ve tarihsel süreçleri anlamaya, daha sonra da oluşan algı çerçevesinde mahalleyi tanımlaya mecbur kılmaktadır. Aksi halde ulaşılacak yargılar parçacı ve sağlıklı olmaktan uzak kalacaktır. Çalışmamızın konusunu teşkil eden Osmanlı Mahallesi ve daha özelde İstanbul Mahallesini anlamak için doğu batı ekseninde ki farklılıkları da genel hatlarıyla ortaya koymaya çalışmak konunun sistematiği açısından zorunludur.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, Mahallenin tanımlanmasında mahallenin ait olduğu şehrin özellikleri, devlet yönetim felsefesi ve modeli birlikte değerlendirilmelidir. Aksi halde ulaşılacak sonuçlar parçacı ve indirgemeci olmak durumundadır.

Batılı araştırmacılar kendi tarihsel serüvenleri üzerinden elde ettikleri tecrübeler ve kavramlar üzerinden İslam Şehirlerini anlamaya ve yorumlamaya çalışmaktadırlar. Bu çabanın sonucunda belirledikleri kriterler çerçevesinde, İslam şehirlerinden şehir kategorisinde kabul edilemeyeceği sonucuna ulaşmışlardır. Dolaysıyla, Batılı kaynaklarda şehir denilince akla “batı şehri” gelmektedir. Batı şehri dışındaki şehirler en fazla şehirlerin periferisinde konumlandırılmaktadırlar: Çin Şehri, İslam Şehri, Arap Şehri, Afrika Şehri gibi.[6] Müstakil olarak şehir kategorisine sokulmayan İslam Şehri’nin Batının yönetimsel, ekonomik ve fiziksel ihtiyaçlara dönük şehir algısıyla tanımlanması gerçekten de teorik olarak mümkün görünmemektedir.

Max Weber’in Avrupa’da ticareti, kale ve surları, pazarı, belirli bir özerkliğe sahip olan mahkemesi ve kısmi bir özerklikle sınırlanan siyasal yapısı ile temelde politik ve ekonomik unsurların ortaya çıkardığı “batı kenti” tanımlaması, daha önce ifade ettiğimiz gibi şehrin olmazsa olmaz kriterlerini Batı anlayışı açısından ortaya koymaktadır. Bu kriterler göz önüne alındığında, İslam Şehrinin gerçekten de şehir kategorisine girmediği görülmektedir. Fakat İslam Şehrinin kökenlerinin antik çağlara dayandığı ve tarihi mirasa sahip bu yapının bir medeniyet içerisinde tekamül ettiği gerçeği karşısında şehir nedir? sorusu gündeme gelmektedir.[7] Weber’in Batı Kenti tanımlamasında olmazsa olmaz unsurlar olarak saydığı istihkam ya da kale, pazar, mahkeme, özerk toplumsal ilişki ve seçimle gelen otorite’yi değişmez kriterler olarak kabul ettiğimiz takdirde şuanda modern batı şehirlerinde bu özelliklerin sadece ikisinin mevcut olduğunu görürüz. Bu durumda Weberyen bakış açısıyla modern batı şehirlerinin de ideal şehir kategorisine girmediği sonucuna ulaşırız.[8] Değişen dünya ve ekonomik koşullar, ülke yönetim biçimlerinin değişimi gibi tarihi süreç içerisinde sabitlenemeyen kriterler üzerinden şehir tanımlamaları dönemlere göre değişmeye mahkumdur. Dolayısıyla şehrin tanımlamasında kullanılacak kriterlerin daha soyut ve değerler üzerinden belirlenmesi, ayrıntılı değil daha genel ifadelerle ortaya konması, yapılacak tanımlamaları uzun ömürlü ve sağlıklı kılacaktır.

Verdiğimiz örnekten de anlaşılacağız üzere Klasik batı şehir paradigmasını temel kabul eden yaklaşımlar, bambaşka tarihsel koşulların birikimiyle ortaya çıkmış İslam toplumlarının şehirleri için kendi kurumsal çerçevelerini bulmayı ümit etmeleri, İslam Şehrinin tarihsel ve kültürel mirasının varlığı karşısında anlamsız bir çaba olarak nitelendirilebilir. Batıda şehirler, “özgür bireylerin” yaratıcı girişimlerinden beslenerek devletin kurucu referansları olurken, Doğu’da, şehirleri ortaya çıkaran, onlara hayat veren bizzat devletin kendisidir, batının “özgür bireyi” yerine bireyin içinde eriyip, bütünleştiği “cemaat” düzeni, şehir yaşamına ve en alt düzeyde mahalleye egemen olmaktadır.[9]

Mahalle ve şehir toplumlar arası farklılıkların belirginleştiği bir zemin olmakla birlikte, Türkiye’nin değişim ve dönüşümünü anlamada da önemli bir anahtar role sahiptir. Şerif Mardin’e göre “Mahalle, Türkiye’nin toplumsal gerçekliğini çözümleme ve anlamlandırma çabalarında, toplumsal tarihsel öze (ethosa) ilişkin bir anahtar konumundadır. Mahalle sosyal bir süreçtir, Osmanlı İmparatorluğunda mahalle gerçek bir birimdir ve mahalle insan yaşamının bir alanıdır. Mahalle karmaşık bir alandır. Bu alanda yalnız bir mahalle yoktur. Cami, imam, tekke, esnaf iç içe mahallede kaynaşmış kurumlardır. Cumhuriyetle birlikte bu yapının karşısına öğretmen, okul, öğrencinin olduğu bir inşa süreci başlatılmıştır. Osmanlı’da mahalle bir bilimdir ve toplumu temsil etmektedir.[10] Şehirlerin ve ülkelerin temel değişim dinamiklerini ve arka planını görmek için yüz yüze ilişkilerin hakim olduğu küçük yerleşim birimlerine bakmak önemli bir araçtır. Özellikle günümüzde yaşam kalitesi ve konfor açısından her ne kadar olumlu bir gelişme gözlemlense de, mahalledeki sosyal ve kültürel değişimin yaşam standardındaki değişime paralel bir şekilde olumlu mesafeler aldığını söylemek güçtür. Bu sebeple siyasetin hiçbir zaman mahalleyi göz ardı eden yaklaşımlar içerisinde olmaması gerektiğini ve mahallenin özellikle günümüzün moda tabirlerinden sivil toplumun oluşumunda önemli bir basamak olarak değerlendirilmesi gerektiğini yeri gelmişken ifade etmek gerekir.

Görüldüğü gibi İslam ve Osmanlı Şehrinde mahalle çok boyutlu bir kavramdır. Dini, kültürel, demografik, medeniyet gibi birçok faktörden etkilenerek vücuda gelmiştir. Dolayısıyla mahalle hakkında yapılacak araştırmamız çok yönlü ve kapsamlı olmak durumundaydı. Konumuz, sınırları itibariyle çok geniş bir alanı ihata etmekle birlikte, literatürde mahalle hakkında sadece müstakil birkaç kaynağın mevcut olması bizi çalışmamızda ağırlıklı olarak makalelerden yararlanmaya sevketmiştir. İstanbul özelinde mahallenin tarihsel gelişimi üzerine yazılmış kısıtlı sayıda eserin olması bizi bu alanda da daha çok mekansal ve iskana dönük veriler üzerinden hareket etmeye zorladı ve mahallenin genel özelliklerini ayrı bir başlıkta izah ederek İstanbul’a özgü bir mahalle yapısı üzerinde çok fazla değinme imkanı bulamadık. Günümüz mahalle yapısı ve yönetiminin işlevsizliği karşısında, mahalle hakkında daha çok eserin kaleme alınması gerekmektedir. Çünkü mahalle toplumun siyasal katılımın ilk basamağı olması sebebiyle hak ettiği değere henüz kavuşamamıştır.

Mahalle şehirdeki ve ülkedeki en küçük yönetsel, kültürel ve sosyal bir hücre olarak gelişimin başta gelen belirleyicilerinden biridir. Gelişmiş İslam şehirlerinden işlevsel ve sosyal bütünlüğü olan birimler şeklinde karşımıza çıkan mahalleler, İslam tarihinin erken dönemlerinden bu yana şehir tanımında önemli yeri olan fiziko-sosyal olgulardır.[11] Osmanlı’dan günümüze mahalleyi anlamak için İslam Şehri ve etkilerini incelemek zorunludur. Çünkü “Osmanlı her ne yaparsa ahlak kanunu üzerine yapar” sözüyle ifade edilen ve siyasal meşruiyeti temellendiren “ahlak” kavramı ağırlıklı olarak İslami Değerlerden beslenmektedir.

2. İSLAM ŞEHRİNDE MAHALLE

2.1. İslam Şehrinin Oluşumu

Kur’an, Ka’be’ yi yeryüzünde kurulan ilk ev, Mekke’yi de Şehirlerin Anası olarak tanımlar: “Gerçek şu ki, insanlar için kurulan ilk ev, Beke (Mekke) de o kutlu ve bütün insanlar için hidayet olan (Ka’be)’ dir. (Âl-i İmran:96), “İşte bu (Kur’an), önündekileri doğrulayıcı ve Şehirler Anası (Mekke) ile çevresinde olanları (şehirleri) uyarıp korkutman için indirdiğimiz kutlu Kitap’tır. (En’am:92,Şura:7) Buna göre yeryüzünde inşa edilen ilk ev, Ka’be’dir ve Mekke şehri Ümmü’l-Kura (Şehirlerin Anası) olarak tarif edilir. Burada ki Kur’a tabiri karyenin çoğulu olup köy, kasaba, şehir ve ülke anlamlarında, hemen hemen Kur’an’da geçtiği her yerde tamamıyla yerleşik hayatı ifade etmek üzere kullanılır.[12] Bu tabirin ağırlıklı kullanımı ve Hz. Muhammed’ in “Göçebelikte kalan zalim olur”, “Köylerde oturma, çünkü köylerde oturan, kabirlerde yerleşene, ölüye benzer”[13] şeklinde ki ifadeleri birlikte değerlendirildiğinde İslam Dininin şehir hayatını tavsiye ettiği sonucuna ulaşılır. İslam dininin temel ibadetlerinde bir olan namazın cemaatle kılınması yönündeki ciddi tavsiyeler, zekat gibi sosyal yönü olan ibadetlerin varlığı da şehir hayatını ve birlikte yaşamın önemini ortaya koymaktadır. Dinin oluşturduğu ortak payda ile oluşan cemaat yapısı şehre kendi rengini vermekte ve hamam, çeşme ve çarşı gibi kurumlarında ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Caminin –kelime anlamı olarak toplanma- sadece ibadet edilen yer değil ibadet etme alanın oluşturduğu ortak alanın kamusal bir alan olarak kullanıldığını görüyoruz. Bu manada batı şehirlerinde ki meydanların yerini Camiler ve avluları almakta ve bu alan kamusal bir işleve bürünmektedir.[14]

İslam Kültürü dünyayı ve mekanı batılı yaklaşımlarda olduğu gibi mutlak “kötü” olarak görmemektedir, İslam’da mekan, yeryüzü cennetini kurmanın bir imkanı ve potansiyeli olarak görülmektedir. Cennetin tutarsızlığı karşısında mekan da bu anlayışla düzenlenmekte ve farklılıkların eridiği, çelişkilerin ortadan kalktığı bir alana dönüşmektedir.[15] Şehri cennetle tasvir eden İslam Şehri algısı aslında, şehri Müslüman bireylerin tekamülü için bir imkan olarak görmüş, şehre dini ve metafizik bir anlam yüklemiştir. Dolayısıyla İslam Şehri; kurumlarla fertlerin değil, fertlerle fertlerin ilişkisine dayanır. Onun tanımı 9.yy.’da Cahızın da belirttiği gibi ahlaki ve manevi terimlerle yapılmalıdır. İslam şehrini seküler kavram ve olgularla tanımlamaya çalışmak ona ruh veren temel referansları hiçe saymak demektir. İslam şehri bu yapısı itibariyle esnektir ve değişime açıktır, cennetini kurmak için güncel bütün imkanları kullanarak daha iyisini oluşturmanın gayreti içerisindedir.[16] Gerçekten de İslam şehir mimarisinde de bu tespitlerin izlerini görmek mümkündür. Yeni bir şey vücuda getirmenin yanı sıra var olanı güzelleştirme ve tezyin etmek amacı fiziksel yapıda da gözlemlenir.

İslam öncesi Arap yarımadasında kale içi ve şehirlerde yaşamayı sevmeyen kabile halinde yaşayan Arapların İslam’ı kabul ettikten sonra yaşadığı değişimin temel sebebi Farabi’ nin de veciz bir şekilde ifade ettiği “Hayrın efdali ve kemalin alası şehirden ufak olan topluluk merkezlerinde değil, şehrin sınırları içinde elde edilir” düsturudur.[17] Bu sözü sadeleştirecek olursak en iyiye ve olgunlaşmaya ulaşmanın yolu topluluk içinde yaşamaktır, zira birlik ve tevhide ulaşma kesret yani çokluk içinde mümkündür.

Genel çizgileriyle baktığımız İslam anlayışında Şehir, medeni toplumsal ilişkilerin gerçekleşebileceği, idari, iktisadi, kültürel ve dini boyutlarıyla sosyal hayatın sürekliliği için varlığı mutlaka gerekli bir toplumsal birimdir.

2.2. İslam Şehrinin İlk Formu: “Medine” ve Mahalle

Hz. Muhammed döneminde bütün Arabistan’a yayılmış bir şehir yönetimi ağı yoktu. İslam tarihi kaynaklarında, Mekke’de ki ilk yerleşmenin Hz. Peygamberin dedelerinden Kusay B.Kilab tarafından Kabe çevresinde gerçekleştirildiği ve şehirde Kureyşü’l Bitah ve Kureyşü’z Zevahir adlı iki mahallenin var olduğu ifade edilir. İslâm Şehrinin oluşumu için eğer bir başlangıç yapılacaksa, ya da bir model aranacaksa, bunu Hz. Muhammed’in 622′de Mekke’den Medine’ye göçü ile başlayan ve on yıllık bir süre içerisinde Medine Şehri’nin aldığı hüviyet ile başlatmak mümkün görülebilir. Hz. Muhammed, Medine’ye hicret ettiği zaman Arap ve Yahudi kabilelerinin birbirinden oldukça uzak mahallerde oturdukları bilinmektedir. Mecsid-i Nebevinin inşa edilmesinden sonra aynı uygulama sürdürülmekle birlikte şehirdeki yerleşme yeniden düzenlendi. Görüldüğü gibi yapılan mescit şehrin oluşumunda ve topluluğun kurumsallaşmasına etkili olmuştur. Yerleşmenin şehir içerisinde yoğunlaşmasını önlemek, şehrin güvenliğini sağlamak ve şehirden uzak oturanların şehir merkeziyle bağlantısını sürekli hale getirmek için kenar mahalleler bu plana dahil edildi. Orta çağ’da yoğunlaşan dairevi şehir planıyla uygunluk arz eden ve ilk çağlardan beri bilinen dış mahallelerin şehrin bir bölümü olarak tasarlanması sonucunda Medine’deki mahalle sayısı arttı, bu arada bazı eski mahallelerde ortadan kalktı.[18] Böylece ilk Müslüman şehirlerinin kurucularına ilham veren ve yüzyıllar boyunca Müslüman kanun adamlarına ve idarecilerine örnek olan Medine, İslâm şehirciliği için bir model teşkil etmektedir.

Medine’de şehrin kurumsallaşması anlamında Hz. Muhammed’in imar, yol ve ulaşım hizmetleri anlamında uygulamaları olmuştur. Örneğin; Tasarruf için duvarların komşu duvarına dayanması gerektiği ile ilgili hadisler evlerin bitişik nizam yapıldığını göstermektedir. Bazı evlerin yola beş zira uzaklıkta olduğuyla ilgili standartlara ilişkin değişik rivayetlerde söz konusudur.[19] Ayrıca her mahallenin (kabile) oturduğu yerde birer mescit inşa edilmesi, mescidin şehir ve mahalle düzeninde sınırlandırıcı niteliğini ortaya koymaktadır. Aynı şekilde Hz. Muhammed’in çarşı kurulmasıyla ilgili olarak bizzat yer tayini yaptığı tarihi kayıtlardan anlaşılmaktadır. Özellikle Müslümanların bu çarşıda ticaretle ilgilenip iktisadi yapının Müslümanlar lehine el değiştirmesi istenmiştir. Bu çarşıda, Hz. Muhammed bizzat denetim yapmış ve gereğinde ceza uygulamasıyla ihtisap gibi bir sosyal kurumun temellerini atmıştır.[20] Çöl şartlarında ilkel denilebilecek şekilde kabileler şeklinde yaşayan bir toplum, kurulan Medine şehriyle medenileşmekte ve şehirler canlı bir organizmaya dönüşmektedir. Bu süreç, ilahi vahiy ve Hz.Muhammed’in vahiy doğrultusundaki tavsiyeleri ile devam şekillenmiştir.

Bu dönemde yine İslam’a özgü bir mesken telakkisinin de oluştuğunu görüyoruz. “Kişinin saadeti üç şeye bağlıdır: Saliha Kadın, Salih mesken, Salih binek” hadisinde ifadesini bulan konut anlayışı geniş, iyi komşusu olan, mescite yakın ve sağlık koşulları uygun olarak tarif edilirken, makro planda konutların coğrafi olarak düz yerlerde, su yollarına yakın, yolları geniş-en az yedi zira-, mescidi olan ve aynı zamanda mescidinin mektep vazifesini gördüğü yerler olarak tavsiye edilmesiyle konut, mahalle ve şehir üçlüsü arasında dengeli bir ilişkinin gözetildiğini görmekteyiz.[21].

2.3. Dört Halife Dönemi’nde Mahalle

İslam Şehri gelişimini Hz. Muhammed’den sonra dört halife döneminde de olgunlaşarak devam ettirmiştir. Müslümanların Arap Yarımadası’nın hemen dışında fethettikleri ya da yeni kurdukları şehirler hangi şartlarda ve hangi kültüre ait olursa olsun zamanla kendiliğinden Medine şehir modeline benzemiştir. [22]

İslam Tarihinde ilk şehir kurma faaliyetleri Hz. Ömer zamanında Basra’da vuku bulmuştur.[23] Daha sonra kurulan Küfe ve Fustat şehirleri de benzer şekilde kurulmuştur. İlk Kurulan İslam şehirlerinde kabilelerin şehrin farklı yerlerinde yerleştirilmesi mahalleye fiziksel ve toplumsal bir birim niteliği kazandırmıştır. Bu dönemde, mahallenin burada yaşayan insanlara bir yere bağlı olma hissini vererek aidiyet duygusunu güçlendirdiği ve insanların mahalleye nispet edildiği gözlemlenir.[24]

Başlangıçta Askeri amaçla kurulan daha sonra zaman içerisinde birer dini, siyasi ve kültürel merkez haline gelen Basra, Kufe, Fustat ve Kayrevan gibi şehirlerde mahalleler bu şehirlerin ortak unsurları olan cami, darülimare ve çarşı ekseninde kabile esasına göre birbirinden ayrı düzenlendi. Mesela Kufe’de yerleştirilen her kabilenin ayrı bir mahallesi vardı.[25]

İslam etkisiyle ve Arap toplumlarının kendi gelenekleri ile yoğrulan şehir İslam Şehirlerine özgü karakteristik özelliklerini dört halife döneminde de belirginleşmiştir. Bunlar ortada Cami, bunun çevresinde ve kendisiyle bağımlı Pazar yeri ile kabile ya da diğer toplumsal guruplara bölünmüş mahallelerden oluşan yerleşim alanlarıdır.[26] Dört halife döneminde şehirlere ait temel özellikler; Şehir ortasında cami ve meydan, Cami yakınında şehrin idare merkezi ve çarşı, merkeze ulaşan birinci derecedeki geniş caddeler, Bunlara bağlı ve biraz daha dar ikinci derecede caddeler, Bu caddelere bağlı sokaklar ve mahalleler, Kabristandır.[27]

2.4. Emeviler Dönemi’nde Mahalle

Emeviler döneminde de İslam Şehri yapısı süregeldi. Mescit ve mezarlık mahallenin diğer öğeleri olarak ortaya çıktı.[28] Buna ilave olarak, klasik Emeviler Döneminde beledi hizmetler de bir gelişme olduğunu görüyoruz. Ancak bunu bugünkü manada bir belediye ve mahalli idare kalıbında düşünmemek gerekir.[29] İslam dünyasında mahalli idarelerin gelişmesinde mühim bir yeri olan hisbe teşkilatının kurumsallaşması Emeviler döneminde sağlanmıştır. Muhtesibe çarşı ve pazarın düzenini sağlayıp korumak, ölçü ve tartı aletlerini denetlemek, fahiş fiyatla ve kalitesiz mal satımını ve stoku önlemek gibi çarşıyla alakalı görevlerin yanında; yapılan binaların imara ve çevreye uygunluğu, yolları daraltan ve kirletenlere müdahale etmek gibi geniş yetkiler verilmiştir.[30]

Emeviler döneminde, Müslüman ve gayri Müslimlerin oturdukları mahalleler ayrıdır; bir süre sonra insanların toplumdaki tabakalaşmaya göre yerleştikleri görülüyordu. Tüccarlar ve sanatkarlar çarşının, ilim adamları cami ve eğitim kurumlarının, idareciler hükümet binasının ve askeri görevi olanlar kale ve çevresinin yakınına yerleşiyorlardı. Her mahalle veya şehrin bir bölümünü diğer mahalle ve bölümlerden ayıran sağlam kapılar güvenliği sağlamaktadır. Burada söz edilen tabakalaşma sosyal ve sınıfsal bir tabakalaşmadan ziyade iş bölümünü ifade eden bir tabakalaşmadır. Sınıfsal bir tabakalaşmaya İslam dininin kuralları müsaade etmemektedir. [31]

2.5. Abbasiler Dönemi’nde Mahalle

Abbasiler dönemine gelindiğinde İslam Şehrine ait yönetsel yapıların ciddi manada kurumsallaşma ve etkinliğin arttığını görüyoruz. Örneğin kadılık müessesesi etkin bir kuruma dönüşmüş, bu dönemde kadılar artık kendi ictihadlarına dayanarak hüküm vermeye başlamışlardır. İçtihada dayalı karar vermenin yaygınlaşmasının sebebi olarak, İslam ülkesinin sınırlarının gelişmesi ve oluşan zenginliğin getirdiği karmaşık sorunlar olarak yorumlanabilir.[32] Bu dönemde yine muhtesiplik etki sahasını arttırarak güçlenmiştir, görevleri arasında iyiliği emretmek ve kötülükten alı koymak olarak ifade edilebilecek dini yaşantının tanzimine ilişkin görevlerde eklenmiştir. Fethedilen yerlere yerleşen ilk kabileler daha sonraki Arap göçlerinde mensup oldukları kabileler için bir çekim merkezi oluşturmuşlardır. Orada kabileler düzenli ve sağlam bağlarla birbirine bağlı ayrı mahalleler oluşturdular. Örneğin Samerra şehrinde Emeviler’de olduğu gibi Türkler ile Ferganılılar birbirinden ayrı ve uzak mahallelere yerleştirilmiştir.[33]

Her mahallenin bu dönemde müstakilleştiğin, kendi binaları, bahçe kapıları, gece bekçisi, su kaynakları ve çarşıya sahip olduklarını görüyoruz. Hara adı verilen bu mahalleler her biri birer şehir yapısında olup, İslâm şehirciliğinde alt kültür unsurlarının (dinî, etnik, kabile vb. ) bir dayanışmasının yansıması olarak görülmektedir. Özellikle Osmanlı Mahallesinde görecek olduğumuz imam, şeyh veya kethüdanın idaresinde özerk bir ünitenin bu dönemde ortaya çıktığını görüyoruz. Bütün kabilevî ve etnik farklılıklara rağmen, şehrin bütün mahallelerini birleştiren bir unsur olarak, Cuma namazı yine bu dönemde merkezi karakterini ve kamusal işlevlerini devam ettirmektedir. Cuma camiinin yanında tüccar ve zanaatkarların dükkanları ve Pazar yeri yer almaktadır. İslâm coğrafyacısı Yakut da, bir şehir için vazgeçilmez iki unsurun merkezdeki cami ve onun yanındaki Pazar yerinin (Suk) olduğunu söyler Ancak İslâm şehirlerinin temel kurumlarının önemli üçüncü ayağını bu iki kurumun hemen yanı başında onu tamamlayan Hamam teşkil etmektedir.[34]

2.6. Endülüs’te Mahalle

Yeni Kurulan şehirlerden çok, eski şehirlerde düzenlemelerin yapıldığı Endülüs’te Müslümanların kenar mahallelere yerleştirildikleri görülmektedir. X.yy’da yedi kapıyla dışarıya açılan başşehir Kurtuba’nın içinde 21 mahalle varken şehrin kenarında çoğunluğunu yerli Müslümanların oluşturduğu mahalle sayısı yirmi birdi. İbn Havkal, Sicilya’da Palermo şehrinde dört mahallenin bulunduğunu ve bunlardan Halisa’nın etrafının surlarla çevrili olduğunu, daha çok Slav kölelerin oturduğu mahallenin ise denizden geniş bir duvarla ayrıldığını kaydeder.[35]

Bütünüyle bağımsız ve kapsamlı bir çalışmanın konusu olabilecek İslam Şehri kavramına genel hatlarıyla değindikten sonra İslam Şehrine ait özellikleri şöyle sıralayabiliriz; Şehir bağımsız yapıda mahallerden oluşur. Merkezi planlama Batı şehirlerinde olduğu kadar etkin değildir, Şehrin merkezinde Cami yer almaktadır, Cami fiziksel olarak merkezde yer almasının yanı sıra şehre hakim olan manevi yapıyı da sembolize etmektedir, Camiye yakın olan çarşı ve sosyal mekanlar dinin hayatla iç içe yaşandığını gösteren hususiyetlerdir, Mahallelerde mescitler toplumsal ve idari merkez işlevi görmektedir, Camiler ve devlete ait binalar haşmetli ve görkemli olması dinin ve dinin taşıyıcı devletin bekasını ifade ederken, insanlara ait konutlar faniliği ve geçiciliği ifade etmektedir, Şehirler su yönünden zengin bölgelere yakın kurulmuşlardır, her şeyin sudan yaratıldığı şeklindeki ilahi beyana iman eden Müslümanlar için su kutsal ve şehrin olmazsa olmazlarından biri olmuştur, İslam şehrinde galaksi diye tabir edilen, hem birbirinden bağımsız hem de birbirlerine iktisadi, ictimai ve kültürel olarak bağımlı mahallelerden oluşur, Şehir beledi hizmetlerinin büyük bir kısmını vakıflar vasıtasıyla görmektedir, vakıflar şehir sakinlerinin mülkiyet duygusunu sınırlandıran uhrevi bir niteliğe sahiptir.


3.OSMANLI ŞEHRİNDE MAHALLE

3.1. Kolektif Kimlik

Osmanlı’da mahalle cemaat yapısının bir gereği olarak kolektif bir yapı olmakla birlikte, gelenekler ve görenekler, içtimai bilinç ve dini ritüeller dışında şehir hayatının idari ve iktisadi bir birimi olarak ortaya çıkmış, hukuk sistemi içerisinde de müşterek yükümlülükler ile sınırları belirlenmiş bir oluşumdur. Mahalle bu yapısı gereği sakinleri için bir ikametgâh olmanın ötesinde bir kimlik unsuru olarak da değerlendirilebilir.[36] Bu kimlik, bir mahalleyi diğerlerinden ayıran fiziksel sınır ve biçim olarak değil sosyal ve kültürel olarak ortaya çıkar. Batılı anlamda bir “commune” olarak bir arada olmayan ve sadece kendi yöresinden, tarikatından, inancından, ailesinden ve etnik grubundan insanların tanımladığı Osmanlı şehirlerinde, sosyal dayanışma ve katılım, mahalle düzeyinde etkili olma açısından kolektif kimliğin oluşumunu sağlamaktadır. Mahallenin kapalı veya içe dönük olarak tanımlanması, mahallede yaşayan halk topluluklarının birbirlerinden izole olmasını değil, genelde birbirleriyle olan sosyal bağlarının güçlü olmasını ifade etmektedir.[37]

Bireylerin şehre olan aidiyetleri genellikle oturdukları mahalleye bağlı olarak ifadesini bulur. Kişilerin oturdukları mahalleler kendileri için adeta bir nüfus cüzdanı yerine geçmektedir. Fatma, "Ayazma Mahallesi sakinlerinden Fatma"dır ya da Ahmet "Solak Sinan sakinlerinden Ahmed"dir. Ve kişinin sabıka kaydını mahalle sakinlerinin o kişi hakkındaki kanaatleri belirlemektedir. Dolayısıyla bir bireyin kaderi, genellikle tanıyan kişilerin kendisi hakkında vereceği bilgilere bağlıdır. Rabia'yı kim tanır, nasıl tanır? Kendi halinde midir? Yani "namuslu, kimseye zararı olmayan bir kişi midir, değil midir? gibi sorular mahalleliye sorulmaktadır. Verilen cevaplar kişilerin ikballerini ve kaderlerini etkileyecek güçtedir.[38] Yani, mahallenin kolektif kimliği kişilerin su-i halinde ya da hüsn-i halinde bir referans işlevi görmektedir.

Kolektif kimliğin oluşumunda meşruiyet zeminin ne olduğu ve bu kimliğin ortak bir söyleme dayanıp dayanmadığının tespiti bizi mahalleye hakim olan temel değerler manzumesi hakkında düşünmeye sevk etmektedir. Osmanlı şehirlerinde, aynı ölçekte, aynı etnik veya dini karışım özelliklerini yansıtan ya da aynı konularda aynı tepkileri veren mahalleler yoktur ve doğal olarak bu dönemde mahalle ile ilgili söylemler de farklılıklar arz etmektedir, bu farklılıklar şehre hakim olan temel değerler konusunda değil sadece mahallelere göre değişen “renklerden” ibarettir. Söz ettiğimiz değişmez değerler ve sorumluluklardan birisi de mahallelerin tamamının toplu olarak "sultana karşı" sorumlu olmalarıdır. Bu sorumluluğun yanı sıra pozitif hukuktan değil ahlaktan kaynaklana bir mahalle sakinini yekdiğerine karşı sorumluluğu da çok önemli bir husustur. İşte bu noktada söz konusu sorumluluğu ‘komşuluk hukuku’ olarak somutlaştırabiliriz. Burada komşuluk hakkının ana hakkı ile eş değerde tutulduğunu söyleyebiliriz; yani komşulara karşı kişilerin birtakım görevleri/ödevleri olduğu üzerinde durulur. Bu sorumluluk, Türkiye’nin aşina olduğu bir ahlaki söylemi oluştururlar. Örnekleyecek olursak, burada komşuların halini sormak gerektiği; ölüm, doğum vb. durumlarda ziyaretlerine gidilmesi gerektiği; komşunun malına ya da canına zarar verilmemesi gerektiği (buna ailesinden kimselere kötü gözle bakmamak da dahildir); evde yapılan bir yemekten mutlaka komşuya da verilmesi gerektiği gibi konular üzerinde durulur. Günümüzde az çok rastladığımız, komşuya "hoş geldinize gitmek", aşure götürmek ya da genelde komşudan gelen bir yemek kabını geri verirken bunun tekrar başka bir yemek ile doldurulmuş olmasına dikkat etmek gibi pratikler aslında Osmanlı mahallesindeki komşuluk hukukunun günümüze yansımalardır. Osmanlı ahlak kitaplarında komşuluk ilişkileri ile ilgili söylemin bir diğer özelliği de bu ilişkilerde dini bir ayrışmanın pekiştirilmemesidir: Komşu "...kâfir de olsa komşudur, komşu hakkı vardır." Her ne kadar ahlaki sorumluluk bunu gerektirse de Fetva literatürüne bakılacak olursa, Örneğin bir Müslüman mahallesinde bir Yahudi evini satışa çıkarılacak olsa ve bir başka Yahudi’ye satmak istense, mahallenin Müslümanları bu evin bir Yahudi’ye satılmasına karşı çıkabilirler. Bunun gibi istisnalara da rastlamak mümkündür. Oysa ahlak kitaplarına göre satılacak ev önce komşuya teklif edilmelidir.[39]

Kolektif kimliğin somutlaştığı Türkiye kültürüne mal olmuş bir örnek verecek olursak; Karagöz oyunları, genellikle mahallede geçer. Bu oyunlarda seyircilere aşina oldukları, dolayısıyla özdeşleşebilecekleri bir mahalle yaşantısından kesitler gösterilir. Karagöz oyunları bir anlamda gündelik yaşamın bir parodisidir. Karagöz oyunundaki figürlerden biri de "mahalleli" figürüdür. Bu figür tek bir şemsiye altına girmiş üç dört kişiden oluşur. Kişilerden birinin elinde bir fener bulunur ve bu kişiler kolektif bir figürü temsil ederler. Bunların oluşturdukları grup oyunda konuşmaz, yalnızca bazı sahnelerde perdede gözükür. Figürün anlamı ortadadır; perdede belirdiği zaman mahallelinin olup bitenden haberdar olduğunu vurgular. Artık olaydan "cümle alem" haberdardır. Bu, Osmanlı mahallesinin içerdiği kolektif niteliğin güzel bir temsilidir.[40] Cümle alemin yani mahallelinin herhangi bir konudaki ortak kanaatleri mahallede görünmez bir sivil hukuk alanı oluşturmuş ve güçlü kontrol mekanizmasıyla her zaman düzeni sağlamanın önemli bir aracı olarak işlev görmüştür.

3.2. Kolektif Sorumluluk

Yukarıda açıklamaya çalıştığımız gibi kolektif sorumluluk mahallenin adeta yekvücut olduğu ve ete kemiğe büründüğü bir özelliktir. Bunun daha somut göstergeleri kefalet, avarız sandıkları, sadaka taşları ve yargısal fonksiyonlardır.

3.2.1. Kefalet

Kolektif sorumluluk Osmanlı şehrinde güvenlik ve asayişin sağlanması açısından önemli işlevler görmüştür. Şehir içi güvenlik söz konusu olduğunda, bunu sağlamak amacı ile alınan önlemlerin başında şüphesiz mahallelerde veya köylerde ikamet edenlerin birbirlerine karşılıklı olarak kefil tutulduklarını görüyoruz. Bu müesesenin varlığı mahallenin söyleminin insanlar için ne denli güvenilir olduğunu göstermektedir.[41]

Toplum içindeki var olan bu kefalet sistemi istenmeyen davranışların dışlanmasını kolaylaştırmış, bu da halkın kendi kendini idare etmesinin yolunu açmıştır. Merkezi bir sistemin oluşturulmasının zor olduğu bir dönemde halkın kendini idaresi, yönetimin işini kolaylaştırıcı bir unsur olmuştur. Osmanlı hukuk sisteminin ve toplumsal düzenini asırlarca ayakta kalmasının sebeplerinden birisi de bu olsa gerektir. [42] Mahalle halkının zincirleme kefalet sistemi içinde birbirini denetlemesi yanında yerel yönetici olarak imamların da topluca mahalle halkına kefaleti gereklidir. Bununla sisteme dönük belirsizlik – düzensizlik yaratabilecek unsurlar bertaraf edilebilmekte, kamusal yaşam kontrol mekanizmalarıyla desteklenmektedir.[43] Örneğin Mahallede kefilsiz bir şahsın ikametine izin verilmemesi, herhangi bir şahıs hakkında bir soruşturma açıldığında ilk müracaat merciinin, mahallede birlikte yaşadığı insanlar olması kefalet sisteminin en iyi örnekleridir. Mahalleliyi kefalet konusunda duyarlı ve sorumlu kılan şey mahalle içerisinde işlenen bir suçun faili bulunmadığında mahalle sakinlerinin suçun zararını paylaşması, bir anlamda suçu paylaşmasıdır.[44] Böylelikle faili bilinmeyen olayların sayısında bir düşme sağlandığı gibi daha sonra ceza ödememek amacı ile mahalle halkının karanlıkta kalma ihtimali olan pek çok olayı kadıya kaydettirdikleri görülmektedir. Bu durum suç işleme yönünde potansiyel taşıyan bütün unsurlara karşı mahalleliyi uyanık ve dinç tutmaktadır. Modern ceza hukukunun suçun şahsiliği prensibine aykırı bir durum görüyoruz burada, aslında konunun derinlerine nüfuz edildiğinde şöyle bir ön kabulün var olduğu söylenebilir ;İnsanlar iyi ve güzel yaratılmıştır, onların davranışlarındaki olumsuzluklar insaniyetlerinin değil ahlaki yapılarının bir neticesidir. Kişileri bu türden ahlaksızlıklara sürükleyen şey toplumun ve ailenin hatta devletin suçudur. Dolayısıyla işlenen bir suçun sorumlusu sadece suçu işleyen kişi değil aynı zamanda toplumdur. Suç şahsi değil müteselsildir ve sorumlulukta doğal olarak kolektif olacaktır.

3.2.2. Avarız Akçesi Sandıkları

Osmanlı mahallesinde yine kolektif sorumluluğun bir gereği olarak mahalle içinde hizmet sosyal dayanışma müessesleri vardı. Avarız vakıfları bunların başında gelmektedir. Avarız, Osmanlı’da Tanzimat’ın ilanına kadar fevkalade hallerde bilhassa harp zamanlarında alınan vergidir. Bazı hayırseverlerin, mensup oldukları cemaatin üyelerinden, ödemede güçlüğü çekenlerin vergilerini vermek için para vakıfları tesis edilmiştir. Köy, mahalle ve ihtiyar heyetlerinin ellerinde bulunup, ihtiyaç halinde karşılamak üzere kurulan bu vakıflar, sosyal dayanışmayı kurumsallaştırmıştır.[45]

Bir hukuki varlık olarak Avarız akçesi Vakıflarının yönetimi mahallenin imamları başkanlığında mütevellilere aittir. Vakfın sermayesi, mahallenin hali vakti çok kötü olmayanları arasında eşit olarak toplanan paralar ile hayır niyeti düşüncesiyle daha varlıklı sakinlerin nakit ve taşınmaz mallarını vakfetmeleri sonucu oluşturulmaktadır. Vakfın paraları şer-i usule göre işletilmiştir. Muamele-i şer’iye, faizi reddeden İslam anlayışına rağmen resmen kabul edilerek uygulama alanı bulmuştur. Bir malın veresiye satılıp, alıcıya teslim edildikten sonra yine alıcıdan peşin ama daha az bir bedelle satın alınmasıdır. Kısaca, veresiye alıp, peşin satmak ödünç para bulmak ve sandığa fazla para kazandırmak amaçlanmıştır. Bu imkandan ihtiyaç sahibi olup, şahsi olarak yararlanmak isteyen bütün mahallelerde, din ayrımı gözetilmeksizin ancak kefil olması halinde yararlanılabilmektedir. Vakfın geliriyle cami, mescit, mektep, çeşme, köprü vb. kamusal yapıların bakım, onarım ve ihtiyaçları da giderilmektedir. Ayrıca mahallenin yönetim ve hizmet görevlilerinin ücretleri ödenmekte, vergi ödeyemeyecek güçte olanların vergi borçları yine bu sandıktan ödenmektedir. Bunların dışında mahallenin fakir, dul ve yetim fertlerinin okul, gelinlik, çeyiz, giyim kuşam gibi ihtiyaçları da karşılanmaktaydı. Görüldüğü gibi beledi hizmetlerin hem yerinde gerçekleştirilmesi hem de hizmetin sermayesinin yine yerinde sağlandığını gösteren bu uygulama günümüzde desantralizasyon kavramının güzel bir örneğini bize sunmaktadır.[46]

3.2.3. Sadaka Taşları

Osmanlı, fakirliğini gizleyenler; onur ve vakarından dolayı ihtiyaçlarını kimseye açamayanlar için sosyal dayanışmanın orijinal örneklerinin bulmuştur. Bunlardan birisi de “Sadaka Taşları”dır. ”Sadaka Taşları”, farklı çap, ebat, şekil ve türde olmakla beraber genellikle beyaz renkli, silindirik, mermer sütunlardır. Yere, dikine gömülmüşlerdir. Yerden yükseklikleri genellikle 120–130 cm kadardır. Ama çevrelerinde uzun yılların getirdiği zemin dolma veya aşınmaları ile bu yükseklik değişebilmektedir. Sadaka Taşları’na yardımlar iki türlü yapılıyordu: Nakdî: Para yardımı özellikle uçup kaybolmaması için de kağıt para yerine madeni paralar bırakılarak gerçekleşirdi. Aynî: Giyim, kuşam eşyaları ve çeşitli besinler de bırakılırdı.[47]

3.2.4. Mahallenin Sivil Hukuku

Merkeze karşı mahalle sakinlerinin ortaklaşa sorumlu oldukları alanlardan birisi de yargıdır. Bilindiği üzere İslâm hukuku ve Osmanlı tatbikatı açısından suç ve cezalar temelde üç gruba ayrılmıştır. Birincisi: had cezaları (iffete iftira, hırsızlık, zina, yol kesme gibi), ikincisi: şahsa karşı işlenen suçlardır. Üçüncüsü de bunların dışında kalan ta’zîr ve siyaset cezalarıdır. İşte ta’zîr ve siyaset cezalarının takdiri hâkime bırakılmıştır. Cezaları takdir eden kadılar, şeriatın hükümlerini uygulamak zorundadır ve takdirlerinde tamamen serbesttirler. Bu serbestiye karşın, kadılar verdikleri çoğu kararda kanaatlerini güçlendirmek adına suçluya ilişkin bilgilerde mahalleliye danışmaktadırlar. Bu durum, mahalle sakinlerinin, birbirlerini denetlemeyi ve birbirlerinden haberdar olmayı gerektiren bir ilişkiyi sürdürmelerini zorunlu hale getirmiştir.[48] Ortak sorumluluk taşıyan mahalle sakinlerinin, hukukun uygulanmasında önemli bir rol üstlendikleri görülmektedir. Bu önemin sicillere yansıyan ilk görünümü, suçlanan davalının lehinde veya aleyhinde tanıklık yapmak şeklinde ortaya çıkmaktadır. Mahallesinde iyi ya da kötü olarak tanınıyor olmak kişinin suçlu veya masum olduğunun kanıtlanmasında çok önemli işleve sahipti.

“Osmanlı hukukuna göre mahalle ahalisi, birbirlerine karşı sorumlu olmalarının bir gereği olarak, eğer bir olayın faili tespit edilemezse, zararı karşılamak durumundaydı. Bundan dolayı, mahallede, iyilik ve doğrulukla tanınmayan kişileri mahallelerinden ihraç etme yoluna başvurmuşlardır. Bu meyanda mahalle ahalisi, kendilerini rahatsız eden, ahlâk ve namus dışı davranışlarda bulunan kişileri mahalleden çıkartma hakkına sahipti. Mahallelinin bu yaptırım gücünü Osmanlı hukukundan aldığı bilinen bir husustur. Nitekim I. Selim Kanunnâmesi’nde Fasl-ı der beyân-ı ahvâl-i töhmetyân başlığı altında, hakkında şikâyet vuku bulan bir kimsenin mahalle veya köy ahalisi tarafından oturduğu yerden çıkarılabileceği belirtilmektedir. Görüldüğü üzere mahalleden ihraç kararında mahalleli, suçlanan kişiler hakkında bilirkişilik yapmakta ve cezalandırılmalarını sağlamaktadır. Mahalleli ihraç kararında, kendilerine tanınmış bir hakkı kullanarak karar almakta, kadı da bu kararı uygulamaya koymaktadır. Bu bir bakıma mahalleli tarafından onaylanmış bir karardır ve bu süreçte kadının müdahalesi söz konusu değildir. Karar alma sürecinde mahallelinin bu yetkiyi doğru bir şekilde kullanılıp kullanılmadığını denetleyen bir mekanizma da söz konusu değildir. Mahalleden ihraç kararları, Osmanlı toplum hayatının işleyişini ve bu meyanda fert-toplum ilişkisinin hukukî boyutunu ortaya koyması yönüyle önem arz etmektedir. Meselenin mahkemeye intikal süreci ve şekli değişse de mahalleden ihraç kararlarında asıl etken mahalle ahalisi olmaktadır. Mahalleden ihraç kararının temelinde yatan nedenlerin başında, mahalle sakinlerinin sahip oldukları ahlakî kurallara aykırılık ve güvenlik nedenleri gelmektedir. Toplumda genel kabul görmüş kural ve kaidelerin dışına çıkılması ve bu durumun toplumun güvenliğini ve huzurunu tehdit edecek boyutlara varması, alenilik kazanması ve nihayet sürekli bir hâl alması da, ortak bir kimliğe sahip mahalleliyi harekete sevk eden en önemli etkenler olarak görülmektedir. Bu bakımdan mahalle ahalisi, ideal tipin dışında gördükleri ve ahlâk, güvenlik vb. gerekçelerle bünyesinde barındırmayı sakıncalı buldukları kişileri dışlamada önemli bir kurum olma özelliğini arz etmektedir. Bu dışlama ise hukukî bir çerçeve dâhilinde yürütülmektedir.”[49]

Mahallede yine ahlaka mugayir davranışlar içerisinde olan kişilerin kapılarına katran sürülmektedir. Böylelilikle bu kişiler deşifre edilmekte ve mahalleyi kendiliklerinden terk etmek zorunda bırakılmaktadırlar. Burada gözetilen husus, her şeyden önce kamu düzenini bozmaya yönelik eylemlerin önünün alınmasıdır.. [50]

“Mahallelinin ortak yükümlülüklerinden bir diğeri de, faili meçhul cinayet ve yaralamaların faillerini bulmak, bulamadıkları takdirde bu kişilerin diyetini ödemek sorumluluğudur. Katili bilinmeyen bir ceset mahallede bulunursa, mahalleli bu cesedin vasisine diyet ödemek zorundaydı. İslâm hukukunda kasâme olarak adlandırılan bu uygulama, getirdiği sorumluluk nedeniyle caydırıcı bir rol taşımakta, halkın bu gibi işlere tevessül edebilecek eğilimdeki kişilere karşı dikkatli olmasını ve çevrede barınmalarına mani olmasını sağlamaktır. Hatta I. Selim Kânûnnâmesine göre, mahallede işlenen bir cinayetin faili mahalle tarafından bulunmadığı ve saklandığı için bütün mahalle cezalandırılır. Faili meçhul cinayet olaylarında cesedin bulunduğu yer, sorumluluğun kime ait olduğunun da belirleyicisidir. Bir kişinin mülkünde bulunmuşsa o kişi diyet ödemek zorundadır. Şehir ya da köy mahallesindeki açık bir alanda bulunmuşsa bu durumda oranın halkı sorumludur. Maktulün en yakın akrabası cesedin bulunduğu bölgede yaşayanlar arasında toplu yemini (kasâme) yapacak olan elli kişiyi belirler. O bölge halkı kısastan kurtulur ve ölenin diyetini mirasçılarına eşit olarak öderler. Eğer o mahallede elli kişi yoksa yemin elliyi buluncaya kadar tekrar edilir. Yeminden kimse çekinmez, buna rağmen birisi yemin etmek istemezse, mirasçılarının isteğine bırakılır. Mirasçılar kısas istiyorlarsa, bu kimse yemin edinceye kadar hapsedilir. Şayet mirasçılar diyet istiyorlarsa bu kimse bütün diyeti ödemek mecburiyetindedir.[51]

Mahallelinin kolektif sorumluluk gereği üstlendiği hukuksal vazifeleri ve Osmanlı mahallelerinin iç yapılaşma kuralları sayesinde mahalle düzeyinde gayri ahlâki yaklaşım adeta imkânsız hale getirilmiştir. Böylece Osmanlı şehrinin beledi hizmetlerinin yürütülmesinde etkin rol alan mahallenin yargısal düzeyde etkin ve katılıma dayalı bir sorumluluk sergilediğini görmekteyiz.

3.3. Osmanlı Şehrinde Bir İdari Birim Olarak Mahalle

3.3.1.“İdari Merkez”: Cami

Daha önceki bölümde de gördüğümüz gibi, İslam toplumlarında Hz.Muhammed zamanından beri cami, öncelikle ibadet yer olması yanında, aynı zamanda yönetimin emirlerinin resmen tebliğ edildiği kamusal bir mekandı. Osmanlı imparatorluğunda da camiler veya mescitler toplumun ibadet merkezi olmak yanında, hem bireylerin birbirleriyle, hem de yönetimle olan ilişkileri sağlayıcı yönetsel ve toplumsal işlevlere sahiptir. Cami şehir düzeyinde kamusal bir işlev görürken mahalledeki topluluğun yönetsel sorunlarının halli için mescitler birer merkez durumunda olup, herkesi ortak olarak ilgilendiren emir veya kararlar alınıp, bu kararların duyurulduğu yerlerdir.[52] Camiler mahalli yerleşimlerin mekansal olarak da merkezinde yer almaktadır, bu sebeple camiler etrafında imarethaneler, hamamlar, hastaneler yer almakta idi. Böylece ibadetin yanı sıra sosyal hayatın vazgeçilmez unsurları şehir mimarisiyle birleştirilmiş oluyordu. Camileri de fertler yapmakta, idare masrafları, tamiratı, imam vesairenin aylıklarını da yine fert temin ederdi. Bir cami etrafında toplanan halka o caminin cemaati denilirdi. Genel olarak cami ve mescitlerin masraflarını karşılayabilmek için geniş bir vakıf sistemi geliştirilmişti.

Mahallede cami veya mescidin bulunması, mahallenin büyüklüğüne ve önemine göre değişmekteydi. Camiler, mescitlerden daha büyük olup, camilerin bitişiğinde eve bu yapıya ait olarak bilinen misafirhaneler, şifahaneler ve öğrenci odaları vardı. Bu durum mescitlerde görülmemektedir. Bununla birlikte camiler ve mescitler arasındaki en büyük fark mescitler minberlerin bulunmaması idi. Fakat gerek cami gerekse mescid olsun her iki dini yapı da mahallenin merkezinde yer almakta idi.[53]

3.3.2. İmam

Bilindiği üzere, İslam’da ilk imam, hem “İmamet-i Suğra” hem de “İmamet-i Kübra” yı şahsında birleştiren Hz. Muhammed’dir. Bu müessese, İslam devleti ile birlikte önemli gelişmeler yaşadı. Bu gelişme ile beraber artık vazifesi topluma dini bilgi vermekle birlikte cemaate namaz kıldırmak olan imamlar peyderpey tayin edilmeye başlanmıştır. Osmanlı’da ilk imamın kimliğini tespit etmek mümkün olmamaktadır. Fakat Aşık paşazadenin verdiği bilgiye göre ilk hatibi tespit edebiliyoruz. Bu, Osmanlıların hükümranlık alameti olan ilk hutbesini okuyan, Şeyh Edebali’ nin damadı ve talebesi olan Dursun Fakihtir.[54]

Osmanlı yönetim yapısı içinde şehirlerin sahip olduğu yönetsel silsilede mahallelerin imamları etkin bir role sahiptir. Mahallenin yönetimini üstlenen imamlar genel olarak şehirlerle ilgili konularda kadı nezdinde yapılan toplantılarda Mahalleyi temsil ederlerdi. İmamlardan başka hatip ya da vaizler de inançlar doğrultusunda kamusal düşünceleri dile getirme yoluyla mahallede mevcut toplumsal statüyü koruyucu, düzenleyici işlevleri yerine getirir; imamlarla birlikte, şehri ayan kesiminin mahalleye tekabül eden bir parçasını oluştururlardı. İmam tabiri Kur’an’ da ki ifadelerde “önde gelen, rehber ve misal olan, yol gösterici” anlamlarını taşımakta olup, terim olarak karşılığı “Hz. Peygamber’e niyabeten ammenin reisliğini haiz olan zat demektir.”[55] İmamın niyabete dayalı ehemmiyeti Müslüman toplum nezdinde onun etki gücünü arttırmakta ve saygın bir kurum olarak önemini güçlendirmektedir.

İmamlar görevlerinin öneminden dolayı seçimlerinde çok dikkatli davranılmıştır. İstanbul kadısına yazılmış 1577 tarihli bir belgede görevli bazı imam ve hatiplerin “ehl-i ilim ve ehl-i kuran” olmadıklarının tespit edildiğini, bu durum karşısında imam ve hatiplerin dikkat ve özenle denetimi, araştırılması ve gereği gibi imtihan edilerek “hitabet ve imametin bilub şer’an ehil ve hitabete istihkak ve liyakati olanları yerlerinde ibka edüb olmayanların hitabet ve imametlerini alub müstahak olanları tevcih ve arz eyleyesin” buyrulmuştur.[56]

İmam, padişah beratı ile atanan ve beldenin mülki ve beledi amiri olan kadının temsilciliğini üstlenen bir memurdu. İmamlar mahallenin düzeninden asayişinden ve inzibat ile halk arasında ahenk ve barıştan sorumlu idi. Mahalle halkının nüfus işleri, mahallenin temizlik işlerinin yürütülmesi[57], gıda kontrolü, ihtikarın önlenmesi gibi belediye hizmetleri ve mahalle halkının temel eğitimiyle meşgul olan imamlar, Avarız vakıflarının da başkanı idi. 19.yy’ın ilk yarısına kadar Müslüman mahallelerinin sorumlu yöneticisi imam, gayr-i Müslim mahallelerin yöneticisi haham ve papazdı. Haham ve papaz hahambaşı ve patrikhanenin temsilcisiydi. Mahallede her şey imamın iznine bağlıydı. Bir kimsenin mahalleye yerleşebilmesi için mahalle sakinlerinden birinin ve imamın kefaleti şarttı. İmamın diğer bir görevi mahalle halkına vergilerin paylaştırılması ve toplanması işini yürütmekti. İmamlar gördükleri bu hizmetler karşılığında “vazife” adı verilen bir ücret alırlardı. Gündelik olarak hesaplanan bu ücret, çoğunlukla vakıflardan sağlanmaktaydı.[58]

İfade edildiği üzere imamlar, mahallenin gören gözü, işiten kulağı idiler. Onlar, cami ve diğer kalabalık yerlerde va’z eder, çocuklara ders verir, cemaate yol gösterir, hasta ve fakirlerle ilgilenirdi. Osmanlı mahalle idaresinde bir görev taksimi yapıldığında Kadı-Naib-İmam hiyerarşisi görülmektedir.

3.3.3. Mütevelli Heyeti

Mahallede imamdan sonra sorumlu bir başka kişi de mahalle mütevellisiydi. Bunlar mahalle vakıflarından sorumluydular. Mahalle vakıfları, mahalledeki kişilerin mahallerine vakfettikleri, yani bağışladıkları gayrimenkullerden veya paralarla varlıklarını sürdürüyorlardı. Bu vakıflar belli bir gelir kaynağı oluşturuyorlardı. Mahalle mütevellileri de mahalle imamları gibi, mahallelerin sözcüsü olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Ancak, Osmanlı mahallesinde yalnızca imam ve mütevelli değil mahallelerdeki bazı ileri gelenlerin de temsil kabiliyeti olduklarını ifade etmemiz gerekir.[59] Vakıf mütevelli görevlileri çok yönlü karar ve hizmetlerinden dolayı, mahallenin yönetici kesimi içinde sayılırlar. Vakıfların kontrol ve idaresi mahalleliler içinde seçimle oluşturulan mütevelliye ait olduğundan, bir anlamda bunlar mahallelilerin idare ve kontrolü altında bulunmaktadırlar.[60]

3.3.4. Kethüda

Mahalle yönetiminde kethüda, yiğitbaşı gibi ünvanlara da rastlanır. Mahalle sakinlerinin ileri gelen gelenlerince seçilerek göreve getirilen kahya ya da kethüdalar, mahallenin yerel temsilcisi olarak imamın yanı sıra mahalleli yönetim ilişkilerini düzenlemektedir. Olağanüstü durumların söz konusu olduğu durumlarda yiğitbaşılarının da aynı şekilde görevlendirildiği bilinmektedir.[61]

3.3.5. Yiğitbaşı

Kethüdanın yardımcısı durumundadır. Esnafın önde gelenlerinden seçimle tayin edilir. Yiğitbaşı olarak seçilen kişinin vazifesi kadılıkça da uygun görülüp, onaylanması gerekir. Esnaf'ın sorunlarını ve şikayetlerini halletmeye çalışan ilk merci durumundadır. Halledemediği sorunları kethüdaya iletir. Yiğitbaşının başlıca vazifeleri şunlardır: Kethüda ile esnaf arasındaki işleri takip etmek, Esnafı kontrol edip, anlaşmazlık ve problemleriyle meşgul olmak, ilk planda esnafın karşılaştığı sorunları halletmek, Esnafı kethüda ile beraber mahkemede temsil etmek, Ceza verilen esnafın cezasını infaz etmek, Kendi esnafına alınan malzemeyi, esnaf arasında paylaştırmak, Usta olacak kalfaları tesbit etmek ve onların usta olabilmeleri için olumlu kanaat bildirmek, Ustalık törenlerde kethüdaya yardımcı olmak, Kethüda olmadığı zamanlar onun işlerini yapmak.[62]

3.3.6.Bekçi

Bekçiler mahallenin güvenlik hizmetleri yanında bazı beledi işlerinden de sorumlu görevlilerdir. Gece görevlerinde halkın emniyetini sağlamak yanında, mahalle sokaklarının aydınlatılması işlevini de üstlenmişlerdir. Mahalle bekçilerinin işleri gereği gücü kuvveti yerinde insanlardan seçilmeleri uygun görülmekteydi. Bekçilerin görevlendirilmesinde kefil aranır, gece boyu fenerleri yakıp, mahalle hudutlarını sabaha dek dolaşması gerekli görülürdü.[63]

Üstelik kefalet sisteminin getirdiği toplumsal öz kontrolle birlikte asker ya da polis gibi modern devletin, gücünü rütbesinden alan asık yüzü yerine bekçilik gibi yerli ve samimi bir birimi oluşturmuşlardır. Bekçi yetkisini içinde yaşadığı halktan, gelenek ve göreneklerden alırken toplumsal dinamiklerle de güvenliğin sağlanabileceğinin bir göstergesi olmuştur. Osmanlı mahallesinde asayiş ve güvenliğin sağlanmasında önemli görevler üstlenen bekçiler imam ve bekçi başılara bağlı olarak vazifelendirilirlerdi. Bekçilerin maişeti yine mahalleliden toplanan bahşişlerle sağlanırdı. Geceleri mahallede dolaşarak hırsızlık, yangın gibi durumlara müdahale ederler, halkı uyarırlar, resmi kararları halka duyururlar, Ramazan geceleri de davul çalarlardı.

3.4. Osmanlı Mahallesinde Ticaret Ve Gündelik Hayat

3.4.1. Ticari Hayat

Osmanlı Mahallesinin örgütlenmesine ilişkin belirleyici unsurlardan iktisadi yapıya bakıldığında, dönemin maddi koşullarının –teknik, ulaşım, Pazar, hammadde, vb.- şehirlerdeki üretim kapasitelerine kendiliğinden bir sınırlılık getirdiği söylenebilir. Devlet mesleki örgütler içinde yer alan “hirfet” erbabının faaliyetlerini sıkı kontrol altına almıştır. Rekabet ortamının yerine hirfet sisteminden doğan dayanışmacı bir iktisadi anlayış içinde, değerler sabit ölçüler içinde tutulmuştur. Böylece maddi beklentilerin, sürpriz yaratmadan bugün ve yarın için kesin belirlenebilir ölçülerde kalması sağlanmıştır. Kısaca sınırlandırılmış sabit ölçüler içinde değişime kapalı ve korumacı bir iktisadi yapı hakimdir. Bu durum sosyal yapı da yine küçük ölçeklerde kendi kendine yeten ilişkiler içinde “Mahalle” tipi topluluk modelleri üretebilmiştir.[64] Mahallelerde gerek üretim ilişkileri ve iş ahlakı ile hirfet erbabında hakim olan dayanışma duygusu, gerek birey olarak tek başına hareket edebilme sınırlılığı, gündelik yaşamın tüm ihtiyaçları için sosyal ilişkilerdeki mesafenin daraldığını görmekteyiz. Mahalle bireysel ve topluluk düzeyindeki ihtiyaçlara cevap verebilen işlevsel bir birime dönüşmüştür.[65]

Osmanlı ticari hayatında loncaların etkisi önemlidir. Esnaf mahalledeki çarşının temizliğinden sorumlu tutulmuştur. Ayrıca esnafın kendi aralarında oluşturdukları fondan mahallenin sosyal ve imara ilişkin ihtiyaçları da karşılanıyordu. [66]

3.4.2. Osmanlı Mahallesinde Gündelik Hayat

3.4.2.1. Cami

Osmanlı şehirlerinde mahalle sakinleri arasındaki ilişkilerin sosyal bir boyut kazanmasında, mahallede bulunan ve önemli bir işleve sahip camilerin büyük bir rolü vardır. Cami dini hayatın olduğu kadar sosyal hayatın da merkezinde yer almaktadır. Entelektüel bir merkez fonksiyonunu yüklenmiş olan cami yakınında kitapçılar, ciltçiler, deri eşya satıcıları ve terlikçiler bulunurdu. Dericileri, ilkel toplumların egemen imalat sanayi türü olan dokumacılar izler. Daha sonrada marangozlar, çilingirciler ve bakırcılar yer alır. Caminin hemen yanında Pazaryerleri ve hanlar yer almaktadır. Temel yerleşim birimi olan Osmanlı Mahallesinin Batı örneğinde ki gibi bir meydanı yoktur. Sokak dokusunun oluşturduğu kimi açık alanlar, insanların toplanıp belli konularda karar aldığı mekanlar sayılamazlar. Bu işlevi, cami avluları üstlenmektedir. Dinsel bir sembolün bünyesinde ki bu tür toplantıların amacı, gündelik hayata ilişkin belli bir karar almak değil, daha önceden alınan bir kararı onaylamaktı.[67]

3.4.2.2 Mektepler

Osmanlı mahallesindeki bir diğer mekân da mahalle mektepleri veya sıbyan mektepleridir. Cami ve ya mescitlerin yanında, genellikle tek odalı bir taş bina şeklinde inşa edildikleri için ‘Taşmektep’ de denirdi. 5-6 yaşlarından başlayıp 14-15 yaşlarına kadar devam edilirdi. Sabah saatlerinde başlayan eğitime sadece öğle saatinde ara verilir, ikindiye kadar da sürerdi. Genellikle mahalle imamlarının öğretmenlik yaptığı okullara özel olarak öğretmen yetiştiren kurumlar yoktu. Fatih döneminde girişilen, bu okullara yönelik özel bir eğitim programı da bir süre sonra uygulamadan kalkmıştır. İmam ve müezzinler, belli bir yaşın üzerinde olmak kaydıyla okur-yazar kimseler, kız öğrenciler için imam eşleri ve hafız bayanlar öğretmenlik yapabilirlerdi. Bu okullarda doğrudan devlet tarafından yaptırılmayıp, devlet ileri gelenleri, ilim ehli ve cemiyet içerisinde hali vakti yerinde olanlarca yaptırılırdı. Yine okulun ve personelinin giderleri içinde düzenli gelir sağlayacak vakıflar kurulurdu. Külliyelerin bünyesinde bulunan bazı sıbyan mekteplerinde günde iki kez yemek verilir, bayramlarda fakir ve kimsesiz öğrencilere kıyafet alınırdı. Temel olarak okuma-yazma eğitimi ile birlikte dini bilgiler verilir, ahlaki sorumluluk ve uygulamalar, âmin alaylarında okumak için ilahiler öğretilirdi. İlk üç yıl içinde Kuran-ı Kerim hatim ettirilirdi. Aritmetik ve güzel yazı çalışmaları da yaptırılırdı. Perşembe yarım gün, Cuma tam gün tatil edilirdi.[68]

3.4.2.3. Kahvehaneler

Osmanlı mahallesinde 16. Yüzyıl ve sonrası için bahse değer bir diğer mekân da kahvehanelerdir. Kahvenin ortaya çıkışıyla ilgili farklı rivayetler olsa da ilk kez Yemen’de içilmeye başlanılan kahve, 16. Yüzyılın başında Hicaz ve Kahire gibi merkezlere yayıldı. Yaklaşık on yıllık bir süre içerisinde, muhtemelen hac kervanlarının da etkisiyle Suriye’ye ulaştı. 16. Yüzyılın ortalarında da iki Suriyeli, Hakem ve Şems İstanbul’da ilk kahvehaneyi açtılar. Bazı kaynaklara göre de bu işten bir servet kazandılar. Çok önemli bir ticaret aracı haline gelen kahvenin ve kahvehanelerin kimi zaman dini muhalefete, türlü tartışmalara ve yasaklara rağmen yayılışında menşei ve yapısı itibariyle sadece Müslümanlara özgü bir kurum oluşu önemlidir. İstanbul’da da kahvehaneler farklı tepkilere neden olmakla birlikte kısa sürede sevilip yaygınlaşmıştır. Evlerde şartların her zaman uygun olamayacağı, cami ve mescit gibi diğer sosyal mekânların da belli kurallar ve yaptırımlar dâhilinde kullanıldığı göz önüne alınırsa, erkekler için ister gündüz ister gece olsun evden çıkmak, sohbet etmek, farklı hadiselerden haberdar olmak, zamanla yaygınlaşacak meddahlar ve türlü eğlencelere katılmak elbette ki yeni ve cezbedici bir şey olmalıydı. Üstelik kahvehaneler sadece dünyevi bir eğlence alanı değil, aynı zamanda gezici dervişlerin, din adamlarının türlü hikâyeler ve nasihatlerle müşterileri eğlendirirken bilgilendirdiği mekânlardı. Din adamları, dönemin münevverleri, edebiyatçılar kahvehanelerin gediklisi haline geldikçe, bu mekânların bazıları bir kıraat ve entelektüel toplantı yeri haline de geldi. Hatta bir dönem kahvehanelerin bu özelliğine atıfta bulunularak halk arasında ‘Mekteb-i İrfan’ bile denilmiştir. [69]

3.4.2.4. Mahalle Evleri

Geleneksel Osmanlı mahallesinin önemli bir unsuru da aile yaşantısının sembolize ettiği sivil konut, yani evdir. Bu sembol mahallenin en yaygın ve sürekli yaşantı biçimini hem fiziksel bir dış kabuk gibi sarar hem de içe dönük manevi atmosferin somut bir uzantısı olarak gündelik hayatın estetik yönünü temsil eder.[70]

Osmanlı evi deyince farklı kültürlerin bir arada yaşadığı, iklimsel ve yüzeysel koşulların, yapı malzemelerinin farklılık gösterdiği büyük bir devletin sınırları içinde ortak bir modelden bahsetmek mümkün değildir. Osmanlı devletinin başkenti ve kültürel çeşitliliğin de zirvesi olan İstanbul, bu konuda en çarpıcı modeldir. İstanbul odaklı bir inceleme söz konusu olduğunda ise 18. Yüzyıl öncesine ait saraylar ve cami gibi kamusal mekânların dışında, sıradan vatandaşa ait ev örneği yoktur. Büyük yangınlar, doğal afetler ve tabii ki doğal aşınma tamamı ahşap ya da ahşap karkas bu yapıların günümüze ulaşmasını engellemiştir. Eldeki kaynaklar incelendiğinde ise Osmanlı evi ve ev içi yaşam kültürü ile ilgili farklı yorumlar ortaya çıkmıştır. Oysa Osmanlı öncesi kültürel köklere dayandırılarak belirli bir konut tipolojisi çıkarmak zordur. Ayrıca döneme, yaşam koşullarına, ekonomik duruma, sosyal statüye, çevresel faktörlere, kültürel etkileşimlere ve zorunlu göçlerle nakledilen farklı anlayışlara göre şekillenen bir mozaik söz konusudur. Tüm bu argümanlar göz önüne alındığında 16. Yüzyıl Osmanlı evi ile 18. Yüzyıl Osmanlı evinin birebir aynı olmadığı ortadadır. Ama ortak özellikler ve farklılıklar göz önünde bulundurulduğunda Osmanlı evleri hakkında bir takım veriler ortaya konabilir. Evler genellikle bir ya da iki katlıydı. Avlu evlerin büyük çoğunluğunda bulunan önemli bir unsurdu. Hatta evler sahiplerinin mahiyeti nispetinde büyüdükçe avlu sayısı da iki, üç hatta dörde çıkabilirdi. Arka, diğer deyişle iç avlu aile üyeleri tarafından kullanılırdı. Ön avluda ise fırın, mutfak, helâ, ahır gibi ihtiyaca yönelik işlevsel kısımlar bulunurdu. Genel olarak iş alanları kapalı çarşılar, bedestenler gibi iş merkezlerinde toplansa da bazen mahalle içinde de dükkânlar olabilirdi. Günümüzde de sıkça rastlanılan ‘altı dükkân üstü ev’ tarzı konutlar da vardı.[71]






4.İSTANBUL’DA MAHALLENİN TARİHSEL GELİŞİMİ

4.1. Fetih Sonrası İskan Siyaseti Ve Mahallelerin Teşekkülü

Türkler, cami yapma izniyle birlikte Konstantinopolis’teki ilk mahallelerini 14.yüzyılın sonunda, I. Bayezid döneminde kurdular. Böylece fetihten sonra kurulacak olan Osmanlı Şehrinden çok önceleri, İstanbul’da mahallenin kurulduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı ve dünya siyaseti açsından, Konstantinopolis’in fethinin şüphesiz çok önemli sonuçları olmuştur. Fetihle birlikte İstanbul’da Osmanlı şehir pratiklerinin kurumsallaşmasının ve klasikleşmesinin zirveye ulaştığını söyleyebiliriz. Çünkü Bizans başkentinin Osmanlı başkenti olarak yeniden inşası çok karmaşık ve çok boyutlu bir stratejiyi gerektirmiştir. Bu çok boyutlu süreci Osmanlı İstanbul’unda yerleşim yapısının oluşumu düşünüldüğünde, iki bölüme ayırabiliriz. Biri Mahalle ve nahiyelerin mekansal oluşumu ve nüfus artışına bağlı olarak sayılarının artışı ve daha sonraları şehrin sur içinde 300’e yakın mahallenin oluşumudur. İkincisi de bu mahallelerin yapısı, sosyal ve mekânsal birimler olarak ortaya koyduğu özelliklerdir.[72]

4.2. XV. yy İstanbul’unda Mahalleler

Şehri yeni bir başkente dönüştürmek isteyen ve kendini şehri fethettiği için kayserlerin doğal ardılı olarak gören Fatih, şehrin hem fiziksel, hem de toplumsal açıdan yeniden inşa edilerek, savaşla bir hayalet şehre dönüşen İstanbul’un imar edilmesini öncelikli hedef olarak belirlemişti. Bunun için öncelikle yapılması gereken şehrin nüfusunun mutlaka arttırılmasıydı.[73] “Fethi izleyen yıllarda İstanbul’da Türkler azınlıktaydı ve Rumlar ticarette ve bazı zanaat dallarında durumlarını korudular. Galata-Pera, Ceneviz kenti olarak gelişti. Cenevizlilerin yanında, Rum ve Yahudi ailelerinin yaşamasına karşılık, Venediklilerin, Pisalıların, Amalfililerin, Yahudilerin, Ermenilerin semtleri, Haliç'in güney kıyıları yani Eminönü-Eyüp boyunca sıralanıyordu. Özellikle saltanatının ilk yıllarında şehir nüfusunun arttırılması amacıyla çeşitli yöntemler uygulandı; imparatorluğun her yerinden sürgünler yapıldı, sonra da yeni fethedilen yerlerden ülkenin gelişmesine katkıda bulunacak unsurlar (soylular, zanaatkarlar ve tüccarlar) İstanbul'a getirildi. Her dinden, her kökten göçmenin İstanbul'a gelip yerleşmesi teşvik edildi. Bunun yanında şehrin eski sakinleri de boş mahallelere yerleştirildi. Yine bir kısım esirler Haliç kenarına yerleştirildi. Anadolu ve Rumeli'den bir kısım ahali de sürgün usulüyle İstanbul'a yerleştirildi. Fetih sırasında da yararlık gösteren bazı kumandanlara ve tarikat erbabına Bizans evleri tahsis edildi. Yine bu kişilerin yaptırdıkları mescitler etrafında mahalleler oluşmaya başladı.”[74] Sürgünle gelen aileler şehre uyum sağlamaları açısından, kendi yerleşimlerine en azından coğrafi benzerlikteki yerlere, geldikleri yerin kültürel ve sosyal yapısını da adapte ederek yerleştirilmişlerdir. Bu sebeple, Aksaray’da Konya/Aksaray mahallesine, Tahtakale’nin Akka ve Gazze mahalle yapısına, Vefa’nın Tire mahalle yapısına Tophane’nin Sinop ve samsun mahalle yapısına benzemesi ve ondan izler taşıması doğaldır.[75]

Anadolu’nun farklı yerlerinden sürgün edilenlerin geldikleri ve yerleştirildikleri yerler şöyledir; “Rumeli Üsküp'ten gelenler Üsküplü mahallesine (Unkapanı ile Cibali arasına), Bursa'nın doğusundaki Yenişehirden gelenler, Yenimahalleye (Kumkapı ile Langa arasındaki Yenikapı sahili),Mora ve Adalar Rumları, Fener ve Samatya'ya; Selanik ve Edirne’den gelen Yahudiler, Tekfur sarayı ile Şühud (Cühud, Çıfıt Kapısı, Porta Hebraica, Bahçekapı) civarına; Konya ile Kayseri arasındaki Aksaray'dan gelenler, Aksaraya; Akka, Gazze ve Remleden gelenler Tahtakaleye; Balat'tan (eski Miletos) gelen kıptiler Balat'a; Arnavutlar Silivrikapı civarına; Safed'den gelen Yahudiler Hasköye; 1473'te esir edilen Akkoyunlular’dan İstanbul'a sevkedilen 3000 esir gibi kimi Anadolu Türkleri Üsküdar’a; Amasra (Amastris), Karaman, Tokat, Sivas ve Bayburt’tan gelen Ermeniler, Sulumanastır, Langa, Yenikapı, Kumkapı ve Hasköye; Karamanlı Hıristiyanlar Yedikule civarına; (Samatya ile Yedikule arasında Karaman'lı Rumların (eski Kilikya'lıların) mahallesi vardır. Özellikle kuyumculukla uğraşan Karamanlılar sonradan, Fener ve Kumkapı gibi kentin çeşitli bölgelerine dağılmışlardır. Manisalılar Macuncu mahallesine; Eğridirliler ve Emekderliler Eğrikapıya; Bursalılar Eyüp Sultana; Karamanlılar (Larendeliler 1468-1471 arasında), Büyük Karamana; Konyalılar Küçük Karamana (1468-1471 arasında), Tireliler Vefaya; Çarşamba ovası halkı, Çarşambaya; Kastamonulular Kazancı mahallesine; Trabzonlular Beyazıt camii civarına; Gelibolular Kasımpaşa'ya, Tersane civarına; İzmirliler Büyük Galataya; Avrupalılar Küçük Galataya; Sinop ve Samsunlular Tophaneye; Taşoz (Thasos), Semendirek (Samothrake), Foça (Phocaea) ile 1462'de getirilen Midilliler İstanbul'un çeşitli yerlerine; Argoslular 1463'te Samatya'da, Sulumanastır tarafına; 1461'de 1500 kadar Trabzonlu Hıristiyan Tener'e (Fenere?), Hıristiyanlar genellikle Kırkçeşme, Altımermer, Samatya, Langa-Kumkapı, Balat-Kungos Kapısı, Molla Hüsrev ve Bugünkü Halıcılar semtinin Vatan caddesi kısmındaki Lips'e yerleştirildiler.[76]” Haliç boyundaki ve sırtlarındaki mahallelerde karmaşık nüfuslar barındırılmıştır. Cemaatlerden oluşan mahalleler çoğunlukta olmakla beraber, şehirde dini ve/veya etnik homojeniteye sahip olmayan da pek çok mahalle vardır. [77]

“Şehre yerleştirilen, Müslüman olmayan nüfusun ilk beşte biri, çoğunluğu sultanın payı olan Rumlar’ın oluşturduğu esirlerdi. Bunlar İstanbul’da geçici süreyle vergiden muaf tutuldular. II. Mehmet iskan sorununu, Büyük Constantinus’tan farklı olarak, imparatorluğun her köşesinden getirdiği insanlarla çözmüştü. Bu yeni halkın seçiminde dinsel inancın rol oynamadığı görülmektedir. Türkler’in yanı sıra, Rumlar, Ermeniler, Yahudiler ve Slavlar’da getirilmişti. Kefalet ödeyen esirlere de yerleşmeleri için mahalleler tahsis edilmişti. Kentin harap dış mahalleleri çoğu esir köylü olan has kulu ve ortakçı kulları tarafından iskan edildi. İmparatorluğun her yanından getirilen bu insanlar en yoğun olarak sur içinde, Haliç kıyılarında ve yamaçlarında yerleştirilmişti. Yeni mahalleler, çoğunlukla yöredeki bir mescidin kurucusunun adıyla anılmaktaydı. Bu kurucuların çoğu askeri komutanlar, önde gelen din adamları, tarikat pirleri, devlet ileri gelenleri ya da zenginlerdi. Bir Rum patriğinin adını taşıyan bir mahalle bile vardı.”[78]

4.2.1. Mahalle İsimleri

İstanbul’da fetihten sonra teşekkül eden mahallelerin bir çoğu fethe hizmet etmiş şahsiyetlerin, cami, mescit, hamam gibi vakıflar etrafında teşekkül etmiş olup hala isimleriyle anılmaktadırlar. Mahalleler ilkin çok küçük topluluklar halinde oluşmuş ve büyük bir kısmı mescit merkezli olarak diğerleri de o bölgede mülk edinen meşhur şahısların isimleriyle isimlendirilmişlerdir.[79]

İstanbul'un iskan açısından bu dönemde geçirdiği dönüşümü ve mahallelerin yapısını isimler üzerinden yapılacak bir inceleme ile de ortaya çıkarmak mümkündür. Özellikle eski İstanbul'u oluşturan semt ve sokakların isimleri büyük çoğunlukla tarihi bir anlam yüklüdür. İstanbul'un semt ve mahalle adlarının, en azından bir kısmının, menşei hakkında tam bir uzlaşma sağlanabilmiş değildir. Ancak bu semt ve mahalle adlarının incelenmesinde aşağıdaki tasnif yararlı olabilecek niteliktedir.

İlk mahalleler daha önce de ifade ettiğimiz gibi İstanbul'un fethine katılan ümera ve ulemaya Bizans evlerinin tahsis edilmesiyle bunların yaptırdıkları mescitlerin etrafında oluşmaya başlamıştır. Bunlar yanında şahıs, mahal ismi taşıyan mahalleler de vardır:

1. Bizans Kaynaklı veya Grek dilinden gelen isimler: Samatya, Burgaz, Galata vb.

2. Türk şahıs adlarından gelen yer adları: Ahmed Paşa mahallesi, Bozdoğan kemeri civarında; Defterdar Sinan mahallesi, Zeyrek civarında; Kara Şemsî mahallesi, Uzunçarşı civarında; Osmanbey, Abdi Subaşı, Vefa, Eyüp vb.

3. Yer ve mahal: Arslanlı mahallesi, Uzunçarşı civarında; Kırkçeşme mahallesi, Bozdoğan kemeri civarında; Balat mahallesi; Blakherna mahallesi, Tekfur sarayı civarında;

4. Eski kilise: Aya kilisesi mahallesi, Ayakapı civarında; Canalıcı kilisesi mahallesi, Fatih parkının yerinde; Lips manastırı (Bugünkü Fenârî İsâ camii)mahallesi, Halıcılar köşkü civarında;

5. Kapılar: Edirne Kapısı mahallesi; Fener Kapısı mahallesi; Gungos (Avcılar) Kapısı mahallesi, Ayvansaray’da; İsa Kapısı (Esekapı) mahallesi, Dâvûd Paşa camiinin güneyinde; İskele Kapısı mahallesi, Unkapanı civarında; Kumkapı mahallesi; Odun Kapısı mahallesi; Orea Kapısı mahallesi, Bahçekapı'da; Samatya Kapısı mahallesi; Silivri Kapısı mahallesi; Vasıliko Kapısı mahallesi, Zindankapı civarında;

6. Şehrin eski sakinleri yanında, gayr-i müslim veya muhacirler (Özellikle Vakfiyelerde): Batrik mahallesi; Edirneli Yahudiler mahallesi, Bahçekapı Ermenilerin mahallesi

7. Belli bir alametten veya özellikten gelen yer adları: Sıraselviler, Ihlamur, ÇukurBostân, Tophane, Sankiyedim vs.

8. Esnaf veya pazaryerinden gelen adlar: At Pazarı, Fermeneciler, Saraçhane, Sedefçiler vb.

9. Çeşitli topluluk veya iskanlar ile ilgili adlar: Aksaray, Belgrad Kapısı, Yeni Bosna, Kefe Mahallesi vb.

10. Kaybolmuş binalar veya şekli değişmiş yerlerin hatırası olan adlar: Ağaçayırı, Kadırga limanı, Yenibahçe vb.

11. Avrupai köklerden gelen levanten adlar: Pangaltı, Feriköy vb.[80]

Osmanlı'da üretimin düzenlenişi, esnafın tabi olduğu kurallar ve üretim yapısı sonucu belli esnaf gruplarının bir sokakta toplanması ve o sokak ya da mahallenin aynı isimle anılması nedeniyle İstanbul'da adını esnaf gruplarından alan (Düğmeciler, Çakmakçılar, Bakırcılar, Kağıthane, Arakiyeci, Arpa Emini vb.) çok sayıda semt, mahalle veya sokak adı bulunmaktadır. Adını esnaf gruplarından alan semt, mahalle, sokak ve caddelerin en bilinen örnekleri şöyle sıralanabilir:

1-Arakiyeci Mahalleleri: Arakiye kavuğun ve daha sonra fesin altına giyilen takkenin adıydı. Pamuktan, tiftikten, yünden yapılanları vardı. Üsküdar'da iki mahalle (Arakiyeci Hacıcafer ve Arakiyeci Hacımehmet) ismini buradan almaktadır. Yine Eyüp'te Arakiyeci Camii adı ile bir cami de bulunmaktadır.

2- Debbağlar: Meşin, kösele yapmak için hayvan derilerini işleyen sanat erbabı için kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde tabak olarak kullanılır. Halen Üsküdar'da Debbağlar adıyla bir mahalle bulunmaktadır.

3- Düğmeciler: Eski Türk giyiminde düğme büyük önem taşıyordu. Düğme gördüğü fonksiyon yanında bir süs eşyası ve varlık göstergesi olarak da değer taşıyordu. Eski Türk düğmeleri el tezgâhlarında yapılırdı. XIX. yüzyılın ikinci yarısında piyasaya fabrika ürünü Avrupa menşeli düğmeler hakim oluncaya kadar düğmeci sanatkarlar Eyüp'te toplanmışlardı. Günümüzde o mahalle hala Düğmeciler adını taşımakta, o semtte bulunan mescit de Düğmeciler Mescidi ismi ile bilinmektedir.

4- Fermeneciler: Fermene, kolsuz işlemeli bir nevi yeleğin adıdır. Palto, ceket, şalvar ve poturlara sırma ve kaytandan yapılan işlere de bu ad verilir. Fermeneci ise, sırma ve kaytanla işlemeli işler yapan esnaf hakkında kullanılan bir tabirdir.

5-Fodlacı: Fodla yassı pide şeklinde yapılan bir nevi ekmeğin adıdır. Özlü undan yapılmazdı, çünkü özlü un yumuşak olur ve çabuk parçalanırdı. Fodla, saraylılar için yeni sarayda harici fırında, yeniçeriler için ocağa bağlı fırınlarda yapıldığı gibi, hayır kurumları olan imâretlerin ilgasına kadar oralarda da yapılırdı. Fodlacı ismi halen Fatih’te Haliç Caddesi üzerinde bir sokağın adıdır.

6- Kâğıthane: Eskiden bu semtte kağıt imal edilirdi. Zamanla bu imalathaneler kapanmış ancak bu mevkiye verilen Kağıthane ismi bugüne kadar kalmıştır.

7- Tülbentçi: Tülbent ağası, Padişahın sarık ve çamaşırlarını muhafaza, temizleme ve padişahı giydirme vazifeleriyle görevli memurun ünvanıdır. Ayrıca Hırka-i Şerif dairesinin temizliğine de bakardı. Tülbent ağalığı 1833'de lağvedilmiştir. Bugün Eminönü'nde (Kumkapı) Tülbentçi Hüsamettin adında bir mahalle bulunmaktadır.[81]

4.2.2. Mahallerin Oluşumunda Cami Ve Külliyelerin Etkisi

“Fatih devri İstanbul şehrinde de Osmanlı şehir paradigmasının değişmezi olan mahalle-cami ikilisini yine görmekteyiz. Bu dönemde tarihlenen 126 mahalleden yalnızca 64’ü yani yarısı kadarı bir cami etrafında kurulmuş gibi görünmektedir. Diğer mahallelere baktığımızda şöyle gruplarla karşılaşırız; çarşılar ve ticaret merkezleri – Un Kapanı, Balık Pazarı, Balat Pazarı; şehrin kapıları – Bab-ı Orya, Odun Kapısı, Bab-ı Edirne; merkezi yapılar, -Aslanlı ev, Tekvur, Libs Manastırı, ve sürgün topluluklarının geldikleri yerler –Balat, Edirneli Yahudiler, Aksaray. Bunların önemli bir kısmı gayri-müslim mahallelerdir.”[82]

“Camii mahallenin fiziki olduğu kadar sosyal ilişkiler ağının da merkezinde yer almaktadır. Her mahallede kaydedilen özel vakıfların çoğu vakıf gelirinin bir kısmını mahalle camisine ayırmışlardır; belirli sayıda cüz okunması, imam ve müezzin maaşı, cami ihtiyaçları için kullanılmak üzere vakıflar destek sağlamışlardır. Camii en azından mahallelinin hayır işleri söz konusu olduğunda, merkezi bir yerde duruyor gibi görünmektedir. Osmanlı elitinin şehirliye sunduğu hayratın kurumsal çerçevesi ve görsel/mekansal işareti camidir. Mahalleli hayratının mahalle camisine vakfedildiği vakıflar büyük çoğunlukla 1490’lar ve sonrasındadır. Bu tarihten önceki, yani Fatih dönemine ait vakıfların yarısının mahalle camisiyle bir ilişkisi yoktur. Yani, 1490’lardan başlayarak mahalle camisi yalnızca maddi çevreyi işaretleyen bir merkez olmaktan çıkıp, mahallenin sosyal ve sembolik merkezi haline gelmiştir.” [83]

“Fatih, vezirlerine, her birinin kendi seçtiği mekânda saraylar, çarşılar, mescit ve cami yapılması için verdiği emir üzerine inşa edilen külliyleler, Fatih’in kendi vakfiyeleri ile beraber, İstanbul’un ilk nahiyelerinin merkezlerini oluşturmuştur: Mahmud Paşa, Murad Paşa, Vefa, Ayasofya, Eyüp, Cami-i Cedid, yani Fatih cami. Fatih devri sonlarında İstanbul’da 182 mahalle kurulmuştu. Bu sayı 1546’da gayri müslim mahalleler hariç 219, 1634’de ise 292’ye ulaşmıştır. Bütün tahrir defterlerinde görüleceği üzere sultan vakıfları hariç, bütün vakıfların kayıtlarında ana birim hep mahalledir. Fatih vakfına ait gayrimenkul, ev, dükkan, hamam, han vs. bulundukları mahallelere göre kaydedilmiş ve sınırları belirlenmiş, mahalle camisinin vakıfından başlayarak o mahalle sakinlerinin vakfiye özetleri kaydedilmiştir.”[84]

Verilerde göstermektedir ki şehri büyüten ve onu inşa eden ana birim mahallelerdir. Fatih vakıflarının 1474 civarında tarihlenen ilk vakfiyesinde 55, 1480 civarına tarihlenen ikini vakfiyesinde de 61 mahallenin adı geçer. Bu durum mahalle ölçeğinde bir büyümenin olduğunu bize göstermektedir. İdareciler şehre her baktıklarında bir mahalleler toplamı görmüşler, ama her seferinde başka mahallelerden oluşan bir toplam görmüşlerdir.[85]

4.2.3. Şehrin Nüfusu Ve Mahalle

Şehrin nüfus ölçeğinin tespitinde mahallenin önemli bir kriter olduğunu görüyoruz. Örneğin, Tahrir defterine ait olan 1455 tarihli belge, nüfusu mahallelerin sayısına dayanarak hesaplama yöntemi için önemli bir kaynak oluşturur. İlk yıllarda yerleşmelerin pek yoğun olmadığı Fatih, Aksaray, Marmara kıyıları ve kara surlarında, kayıtlara göre 22 mahallede 918 konut vardı, ama bu evlerden 219 tanesi ya boştu ya da haraptı. Dolayısıyla, çoğu tek katlı olan bir evde 4–5 kişinin, iki katlı evlerde de 8 kişinin yaşadığı düşünülürse, fetihten iki yıl sonra sözü edilen 22 mahalledeki oturulabilir haldeki 627 evde yaklaşık 3500 kişinin yaşadığı varsayılabilir. II. Mehmet’in vakfiyesine de uygun olarak iki katlı evlerin yüzdesini aynı tutarsak, sultanın hükümdarlık döneminin sonlarında bu sayının 60–80.000 olduğu kabul edilebilir. Bu, her mahallede 350–500 kişinin oturduğu anlamına gelir. Fatih sultan Mehmet’in hükümdarlık döneminin sonlarında sur içi kentte 182, Eyüp’te 8, Kasımpaşa’da 2, Galata’ da 61, Boğaziçi’nde 7 ve Üsküdar’da üç mahalle bulunmaktaydı. Ancak, bu tarihte mahallerdeki ev sayıları da artmıştı. Önceleri her mahallede ev sayısı 42 iken, bu sayının 80’e çıktığı mahalleler vardı.[86]

XV. yüzyılın ikinci yarısında yapılmış cami ve mescitlerin kent içindeki dağılışı ile nüfusun yerleşmesi arasında bir ilişki olduğu kabul edilecek olursa, nüfusun üçte birinden fazlasının kentin her devirde en kalabalık olan bölgesine yani Haliç'e bakan sırtlara yerleştiği ve bu kesimde de en büyük yoğunlaşmanın Fatih imareti çevresinde olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık Marmara sahiline yerleşen nüfusun ancak %10-15'i Müslüman’dı. Artan nüfusun diğer üçte biri Bizans’ın son zamanlarında tamamen boşalmış olan Aksaray, Topkapı civarı ve Kocamustafapaşa'ya yerleşmişti.”[87] Üsküdar'da birkaç yeni mahalle kurulmasına karşın Boğaziçi'nde henüz büyük bir gelişme olmadığı biliniyor. Galata' da yapılan yeni mescitlerin yer sayısının Müslümanların bu semtte arttığı, Kasımpaşa'ya doğru yeni mahalleler kurulduğu görülmektedir.”[88]

4.2.4. Mahallerin Bölgesel Dağılımı Ve Yapısı

4.2.4.1. Suriçi Mahalleleri

Surlarla çevrili yarımadada kentin ele geçirilmesinden sonra, üç gün süren yağmayı durduran Fatih, yıkıntıların onarım işlerini başlatır. Yangınlar söndürülür. Marmara Denizi’ne bakan güney yamaçlar ve Haliç kıyıları meskun durumdadır. Kent evleri bahçeli nizamdadır. Terk edilmiş, harabe haline gelmiş doku dikkati çekecek kadar fazladır.[89] İmparatorluk malı ilan edilen Bizans binaları, başlangıçta her gelene mülk olarak verildi. İstanbul'a kendi isteği ile gelecek olanlara, tuttukları evlerin bağışlanacağı vaat edildi. Bununla birlikte davete icabet eden Müslümanların sayısı kafi olmadığından boş mahalleri şehrin eski sakinleri ile doldurmak zarureti hasıl oldu. Nitekim bir kısım esirleri Haliç kenarına iskân edip, onlara evler tahsis eden Fatihin ilânları müteakip avdet eden Rumlara şehirde yerleşme müsaadesi verdiğini görüyoruz.[90]

Nüfusun üçte birinin Haliç’e bakan yamaçlarda yaşadığı görülmektedir. Marmara kıyılarındaki Müslüman mahallelerde kent nüfusunun yalnızca yüzde 15’ i oturuyordu. Buralarda daha çok Rumlar ve Ermeniler yaşamaktaydı. Büyük olasılıkla 15. yy’ ın sonlarında, Mese üzerinde, Aksaray’dan Davutpaşa ve Kocamustafapaşa’ya kadar yeni mahalleler kurulmuştu. Denizle hiç bağı olmayan yedinci tepedeki plato, kent nüfusunun üçte birini barındırıyordu.”[91]

Atikalipaşa, Gedikpaşa, Fatih,; Laleli, Aksaray, Zeyrek, Tahtakale, Vefa; Edirnekapı, Kumkapı, Yenikapı, Samatya, Yedikule gibi yerleşim yerleri geçmiş dönemde manastır ve kiliselerin çoğunlukta olduğu, yerleşimlerin olmadığı sur içi sakin bölgelerdi. Şehrin ana aksları kimliklerini bu dönemde yenilemişlerdir. Ancak, Roma/Bizans dönemlerinde yapılan büyük törensel meydanlar, şehir belleğinden silinmeden, içlerine yeni mahalleler kurarak kimlik değişimine uğratılmışlardır.[92]Ana arter, külliyelerin civarından başlayarak Çarşıkapı, Şehzadebaşı, Vefa, Horhor, Fatih, Zeyrek, Çarşamba, Atikali, Dizdariye semtleriyle Edirnekapı’ya doğru ilerlemektedir. Bağ ve bostanlarla ayrılan ikinci arter ise Çarşıkapı, Beyazıt, laleli, Aksaray tarzında yayılmaktadır. 1481’de sur içinde 182 mahalle vardır.”[93]

4.2.4.2. Surdışı Mahalleleri

Sur dışı kentin batıya doğru, yani karadan Trakya ve Roma’ya bağlantı yolları üzerinde fazla bir yerleşmenin olmadığını görüyoruz. Mevcut yerleşimlerde sayfiye tarzında ve orman içi yerleşmelerdir. İstanbul’ un kuruluşunda ilk yerleşim yeri olduğu anlaşılan Eyüp, bu kez de ilk sur dışı yerleşim yeri olarak iskana açılmıştır. Fatih tarafından sekiz mahalle kurdurulmuş ve bunlar çekirdeğini oluşturan, cami/mescit yapımcısı savaş kahramanlarının adlarıyla anılmışlardır; Cezmi kasım, Fethi çelebi, Nişancı Mustafa mahallesi.1461’de Trabzon Rum Pontus Devleti Osmanlı’ya katılınca, son imapartor David Komnenos ve sülalesi Peran bağları denilen Pera’ya yerleştirilir. Burada saraylar ve malikaneler yaparlar. 1492’de İspanya’daki Beni Ahmer Arap devleti yıkıldıktan sonra Galata’ya göç eden Araplar, sık sık yangın çıkarmaya başlarlar. Bunun üzerine yabancı elçilikler Peran bağlarında yeni binalar yaparak oraya geçerler. Fransız, İngiliz, Venedikli, leh, İsveçli, Hollandalı, Raguzeli, Prustalı elçiler saraylar yaptırırlar, çevrelerini de kiliseler ve konutlar sarar.[94]

Mahallelerin dağılımından da anlaşılıyor ki ilk zamanlarda yoğunluk daha ziyade liman ticaretine yakın bulunan Haliç sahillerinde olmuş, daha sonra birinci, ikinci ve üçüncü tepelere ve sonra Marmara sahiline doğru ilerlemiştir. Ayrıca Bizans döneminde yerleşim yeri olmayan Eyüp’e doğru sekiz mahallenin bir anda teşekkül etmesi dikkat çekicidir. Galata’ya gelince yeni teşekkül eden mahalleler Türk ismi aldığı halde bu bölgenin doğusunda kalan mahallelerin birçoğu Frenk, Rum ve Ermeni isimleriyle anılmışlardır. Bu mahalleler serbest ticaret ve hayat imkanına sahiptiler, zamanla bu bölgede Türk mahalleleri de oluşmaya başlamıştır.[95]

4.2.4.3. Boğaziçi Mahalleleri

Bizans döneminde boğaz yolu boyunca iki taraflı olarak gelişen saraylar ve bunların himayesindeki dini yapılar, yazlık köşkler, av köşkleri, tek tük konutlar, çiftlikler ve küçük köylerden bazıları kimliklerini korumuş, bir kısmı da terk edilmiş ve tahrip olmuştur. Burada dikkati çeken durum, Rumeli yakasının, Anadolu yakasına göre daha fazla gelişme olanağı bulmasıdır. Bunda boğaz akıntısı dolayısıyla ulaşım zorluğu ya da Anadolu kıyılarının dik yamaçları gibi coğrafi kimlik özelliklerinin rolü büyüktür.”[96] Boğaziçi'nde ilk toplu Türk mahalleleri ise Anadolu ve Rumeli Hisarları içinde veya yanındaki mahallelerdi. Yapılan bir mescidin varlığına bakarak Baltalimanı' nda yeni bir mahalle kurulduğu söylenebilir. Rumeli kıyısında küçük Rum köyleri bulunmaktaydı.[97]

“II. Mehmet.'in saltanatı sonunda, 1480'e doğru, 182 mahallenin var olduğu tespit edilmektedir. Bu rakam gayr-i müslim mahalleler hariç 1546'da 219'a yükselmişti. 1634’te toplam 292 mahalle ve ayrıca 12 cemaat mevcuttu. 1672'de ise Müslüman mahallelerinin sayısı 253'e, gayr-i müslim mahallelerinin sayısı da 24'e düşmüştü. 1871'de suriçindeki 284 Müslüman, 24 Rum, 14 Ermeni ve 9 Yahudi mahallesine ilâve olarak surların dışında Boğaz ve Haliç boyunca Üsküdar ve Kadıköy'de 256 mahalle daha vardı.”[98]

4.3. XVI. yy İstanbul’unda Mahalleler

XVI. yüzyılın ilk yansında büyük oranda ekonomik sebepler sonucu nüfus önemli ölçüde arttı. Vakıf tahrirleri; Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Halep, Şam, Kahire ve hatta-sayılan fazla olmamakla birlikte-İran'dan birçok tüccar ve zanaatkarın İstanbul'a yerleştiğini göstermektedir. Fakat esas artış, fakir bölgelerden gençlerin ve ev göçü diye adlandırılan çiftçi ailelerinin iş bulmak amacıyla İstanbul'a gelmeleriyle gerçekleşti. Orta ve Doğu Anadolu'dan ve Rumeli'den, özellikle Arnavutluk'tan ve Bulgaristan'dan gelenler hamal, bahçıvan, sucu, kayıkçı, tellâk, tellâl ve sıradan işçi olarak çalışırlardı. Bazıları bir miktar para biriktirdikten sonra dönerler, fakat çoğunluğu İstanbul'da kalırdı. XVI. yy'da Osmanlı şehirlerinde genel olarak yüzde 80 civarında bir nüfus artışı olduğu tespit edilmiştir. Görünüşte İstanbul'daki nüfus artışı genel artıştan daha yüksek, iki kat bir oranda gerçekleşmiştir. Bu yüzyılın ortalarından başlayarak idareciler, nüfus fazlalığı ve getirdiği problemlerin farkına varmaya ve bazı önlemler almaya başladılar. Taşradan İstanbul'a göçün sebepleri arasında daha iyi iş imkânları bulmak, raiyyet vergilerinden, askerler, görevliler ve sonraları ayan ve derebeyler tarafından yüklenen tekâlîf-i şâkka ve başka yükümlülüklerden kurtulma arzusu sayılabilir. Köylü göçmenler evlerini Kasımpaşa. Eyüp gibi şehrin civar semtlerinde yapar veya bekâr hanlarında kalırlardı. Vilâyetlerde kuraklık veya büyük çapta kargaşalık baş gösterdiğinde İstanbul'a göç yetkilileri kaygılandırırdı. Celâli isyanları sırasında (1596–1610) binlerce kişi kaçıp İstanbul'a sığındı. Bazı kaynaklarda sadece Ermeniler'den 40.000 (?) ailenin geldiği belirtilir. Göçmenlerin çoğu yerlerine geri gönderildi. XVI. yy'da Boğaziçi, Haliç ve Üsküdar büyük bir gelişme göstermiş, nüfusun %40'a varan kesimi sur dışına taşınmış bulunuyordu. Galata başta olmak üzere Kasımpaşa gelişmiş, Eyüp Camii, medrese ve saraylarla dolmaya başlamıştı.”[99]

1509’da ki büyük depremden sonra yıkılan binalar Türk kimliğini belirginleştirecek şekilde yenilenir. Mahalle şehri özelliklerini devam ettirirken, semt büyük kitlelere hizmet verecek büyük camiler, eğitim müesseseleri, külliyeler, vakıflar ve imaretler mahalle merkezlerini oluşturmaya başlamıştır. Müslüman orta halli ailelerin evleri ahşap ve kagir iken, zenginlerin konakları devamlılığı ve otoriteyi temsilen taştan yapılmıştır. “Küçük kıyamet” denilen deprem sonrasında evlerin ahşap yapılması için emirnameler çıkarılmış ve II. Beyazıt’ın emriyle İstanbul 65 günde yenilenmiştir.[100]

Her mahallede tek katlı, düşük nitelikte (sufli), tek katlı, orta halli (tahtani), iki katlı (fevkani), iki kattan yüksek (ulvi), köşk, konak ve saray tarzı (mükellef) binalar mevcuttur.”[101]İmar hizmetleri için görevlendirilen mimarağa imar yönetmenliğini tayin ederek ücret mukabili ruhsat vermektedir, büyük taş binaların yapımı dışında, kentin içi ile ilgili şehirsel planlama ile ilgilenmemektedir. Zaten konutlar da, kişilerin kendi zevk ve ihtiyaçlarına göre ve geleneksel tarzlar çerçevesinde yapılmaktaydı. Bu kez yangınlara hedef olan binalar her yangın sonrası yenilenmekte, adeta mahalle dokusu kendi kendine tazelenmektedir.”[102]

Zengin Hıristiyanların binaları taştandır. Yahudilerin sinagogları taştan, yahudhaneler ise ahşaptır. Bahçe kapı semtindeki yoğun Yahudi mahallesinde çıkan yangın sonrasında, tekrar burada iskanlarına izin verilmeyen Yahudiler, Hasköy’e ve Balat’taki diğer ailelerin yanına yerleştirilerek vergiden de muaf tutuldular. Yanan mahallenin yerine, Yeni Cami inşa edilir ve böylece Osmanlı Mahallesi kimliği şehirde belirginleşmeye başlar. Kanuni’nin kurdurduğu Piri Paşa Mahallesi Yahudilerle meskundur. Edirnekapı, Sultanselim ve Fatih mahallelerinde ise Müslüman nüfus yoğunluktadır. 1546’da sur içinde 219 mahalle sayılmıştır. 16.yy’dan itibaren, yabancılar yavaş yavaş Galata ve Pera bölgesinde yoğunlaşmaya başlamışlardır. II. Beyazıt zamanında Kasımpaşa’da kurulan acemi oğlanlar ocağı dolayısıyla, Galata’ nın arka kısımlarında iki mahalle oluşur. Kanuni döneminde, Kasımpaşa, Piripaşa, Ayazpaşa, Piyalepaşa mahalleleri kurulur. Kanuni Sultan Süleyman, külliyesi çevresinde Süleymaniye mahallesini, Boğaziçi’nde Yeniköy mahallesini kurdurur. II. Selim döneminde Tarabaya mahalleleri gelişir.[103]

16.yy’ ın ortalarında İstanbul’da 13 nahiye, her nahiye’de 5-30 mahalle vardı. Nahiyeler, o bölgedeki cami ya da kilise gibi önemli bir yapının adını taşırdı. Mahallenin merkezinin mescit olması gibi, nahiyenin merkezinin de bir külliye olduğu söylenebilir bu dönemde. Nahiyedeki mahallerden anlaşılacağı üzere, Fatih nahiyesinin Fatih Külliyesi, Aksaray’da Muratpaşa nahiyesinin Murad Paşa Külliyesi etrafında kurulması gibi büyük nahiye merkezleri görece düz alanlardı. Mahalleler birer toplumsal ve fiziksel kentsel birim olarak algılanabilirken nahiyelerin kentin biçimlenmesinde önemli bir rol oynadığı söylenemez.”[104]

4.4. XVII. yy İstanbul’unda Mahalleler

XVI. asrın ikinci ve XVII. asrın ilk yarısında yerleşim alanları surların dışına Eyüp'e doğru genişledi. Aynı dönemde mahalleler, esas giriş kapılarının dışında, yapılan cami ve zaviyelerin etrafında oluşmuştur. Topkapı'da Takyeci Camii Takyeci mahallesinin kurulmasına yol açmış; Merkez Efendi (öl. 959/1551) Camii ve Zaviyesi ile Yeniçeriler Kâtibi Malkoç Mehmet Efendi'nin 1006/1597'da kurduğu büyük mevlevîhâne bulundukları bölgenin şenlenmesini sağlamıştır. Bu dönemde İstanbul'un gelişimi genellikle surların içinde süregelmiştir. 17.2 km2'lik bu alan, Bizans döneminin doruk noktasında bile tamamen imar edilmemişti. 1543'te çok sayıda geniş ve üzerinde yerleşilememiş arazi parçalan mevcuttu. Lorichs'ın panolarında Süleymaniye ile Haliç arasındaki bölge boş arsa olarak gösterilmiştir. Bu yy'da Bayrampaşa vadisinde ve şehir kapıları civarında külliyeler ve ileri gelenlerin sarayları yapılmışsa da şehrin bu bölümleri daha çok bahçe, bostan ve pazaryerleriyle dolu olup nüfusu seyrek yerlerdi. Meselâ XVII. yy'da Edirnekapı'nın güney batısında Yenibahçe 10.000 atın otladığı büyük bir mera olarak tasvir edilmiştir. Bundan başka Silivrikapı ile Yedikule arasında Ağa Çayırı, şehrin en güney köşesinde Yedikule civarında Marmara kıyısında Samatya ile Davutpaşa arasındaki Bostânyeri daha doğuda Langa Bostanları, Kadırga Bostanları ve Cündî Meydanı gibi pek çok açık arazi vardı. Surların yakınında Altımermer, Edirnekapı ve Sultanselim'de büyük Bizans açık hava su sarnıçları vardı (hepsine ÇukurBostân denilirdi).Hatta şehrin sık nüfuslu bölgelerinde Eski Saray ve Yeni Saray'ın avlu ve bahçeleri (0, 67 km2), büyük camilerin avluları yerleşim bölgeleri dışında kalıyordu (tahminlere göre İstanbul camilerine 100.000 insan yerleştirilebilirdi).”[105]

Bu dönemde Celali isyanları dolayısıyla 40.000 Ermeni aile Anadolu’dan getirilerek İstanbul’a yerleştirilir.[106] 1634’de sur içinde 304 mahalle sayılmıştır. Bunların %12’si gayrimüslimdir. Bu dönemde, mevcut semtlere kurulan yeni mahalleler, İstanbul’un giderek tekke, zaviye, dergah ağırlıklı duruma gelmesi dolayısıyla, din ulemasının adını almaya başlamıştır. Eremya Çelebi’ye göre XII. Yy sonlarına doğru şu kasabalar ve mahallelerde yerleşme yoğundur: Fener, Cibali, Ayakapı, Balat, Defterdar, Ayvansaray, Tekfursarayı, Kağıthane, Hasköy, Galata (surlar dışına, Trük mahalleleri kurulmuştur.), Mumhane, Eyüp, Pera, Kasımpaşa, Azapkapı, Halıcoğlu, Sütlüce, Tophane, Fındıklı, Beşiktaş, Beşiktaş (evliya çelebi’ye göre 100 mahalleli ve 7 camii ile en büyük yerleşmedir ve konumu itibariyle Üsküdar ile bağlantı kurulan en işlek iskeleye sahiptir) Ortaköy, Kuruçeşme, Arnavutköy, Bebek, Hisarlar, Emirgan, Kavaklar, Üsküdar, Kuzguncuk, Kadıköy, Erenköy, Adalar.[107]

17. yy ‘da yeni mescitlerin sayısı, yangınların tahribine karşın, 16.yy da yapılanların yalnızca üçte biri kadardı. Bunların çoğu da haliç kıyısındaki, Üsküdar’daki ve Boğaziçi’ndeki yeni mahallelerdeydi. 17 yy’da sur dışı yerleşmelerin arttığını görüyoruz. Eyüp büyük bir kasaba olmuş, Haliç kıyısında, Tersaneden Sütlüceye doğru yeni mahalleler kurulmuştu. Kent dışındaki büyük tabakhanelere bağlı olarak, Fatih’in ilk tabakhaneyi yaptırdığı Yedikule dışında da mahalleler vardı. (1588–1703)[108]

4.5. XVIII. yy İstanbul’unda Mahalleler

XVIII. yy'da, şehrin geleneksel mahalle yapısında modernleşme öncesi değişimlerin yaşandığını görmeye başlıyoruz. Bir kesimin elinde toplanan servetler tüketimi arttırmaktaydı. Diğer taraftan Karadeniz'in ulaşımını ellerine geçiren Fenerli Rumlar ile İstanbul'daki elçilik heyetleri XVIII. yy'da belirgin ölçüde yeni bir yaşam biçimi doğuruyordu ve bu yaşam biçimi geleneksel Osmanlı gündelik hayatını tehlikeye sokacak kadar cazip ve gösterişli bir yaşam biçimiydi. XVIII. yy'da mekansal düzeyde yaşanan asıl sorun, Anadolu'dan göç edip gelen bekar erkeklerin ve hatta ailelerin kente yerleşmeye başlamasıydı. Bu nedenle iş bölgesinde bekarların yaşadığı geniş sefalet yuvaları ve kenar mahalleler ortaya çıktı. Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar'da ki mahallelerde gecekondulaşma olayı baş gösterdi. Buralar niteliksiz işçi ve başıboş kalabalıkla doldu ve kentin periferi semtleri sayılan bu yerlerde gecekondulaşmanın ilk şartları doğmaya başladı.[109] İstanbul’un günümüzdeki gecekondulaşma ve kenar mahalle olgusunun bu yüz yılda başladığını söyleyebiliriz.

Bu yüzyıldaki mahalle dokusu, önceki yüz yılın devamı şeklindedir. Arnavut kaldırımlı, iki üç katlı, geniş saçaklı, çıkmalı ahşap kaplamalı evleri çoğu sokak üzerindedir ve sokağa bakmaktadır. Arka kesimdeki bahçelerde artık ticari amaçla sebze ve meyvecilik yapılmamaktadır. Bahçeler gerçek anlamda bahçe kimliği ile kullanılmaktadır. Özellikle yaz aylarında çıkan yangınlar, kentin dokusunun ve mahallelerinin 10–15 yıllık periyotlarla yenilenmesini sağlamaktadır. Devlet tarafından ekili/dikili arazinin bozulması durumunda ödenecek “çiftebozan” vergisine rağmen, bu yüzyılda Anadolu’daki topraklarını bırakan aileler ve bekar erkekler, çalışmak için İstanbul’a gelmeye başlarlar; çünkü Anadolu’da ekilebilir topraklar azalmıştır ve İstanbul’un taşı toprağı altın olmuştur. Özellikle bekar erkeklerin mazbut mahalleli nüfusu rahatsız etmemesi için, iş çevreleri civarında bekar odalarında kalma geleneği oluşur. Eyüp, Kasımpaşa ve Üsküdar civarında ilk gecekondular görülmeye başlar. Kasımpaşa, kalabalık bir kasabadır. Kulaksız ve Ermeni Mahallesi adlı ermeni mahalleleri vardır. Yenimahalle’de zengin sarraf Ermeniler oturmaktadır. Piri Paşa Mahallesinde de Yahudiler meskundur ve burada bir Yahudi Mezarlığı da vardır.[110]

XVIII. yüzyıldan itibaren padişahların, bahçe ve koruluklarının bazı bö­lümlerini arsa haline getirmeleriyle yeni mahalleler oluşmuştur. Burada Mustafa III. (1757–1774)'ün İhsaniye ve Beylerbeyi mahallelerinin kuruluşunda bu şekilde yaptığı katkıyı belirtebiliriz. Boğaziçi'ndeki ko­rular padişaha ve çevrelerine ait arazi olarak bugüne kadar korunabilmişlerdir. [111]

4.6.XIX. yy İstanbul’unda Mahalleler

1874’de İstanbul’u dolaşan Amics, renkleri düzenleyen yasa dolayısıyla mahallelerin hangi dine mensup kişilerce iskan edildiklerinin bir bakışta anlaşıldığına değinmektedir. Beyaz renkli kutsal ve resmi binaların dışında, kent, sarı ve kırmızı evlerle donanmıştır. Ermeni mahalleleri kül renkli, Rum mahalleleri koyu kurşuni, Yahudi mahalleleri ise mordur. 1871’de suriçinde 331 mahalle sayılmıştır. Bunların %47’si gayrimüslimdir. Boğaziçi, Haliç, Üsküdar ve Kadıköy’de toplam 256 mahalle mevcuttur. Üsküdar’da Yenimahalle ve selamsız olmak üzere iki Ermeni ve bir Rum Mahallesi vardır. Kadıköy’de kurulan Caferağa mahallesinde 885 ev, Osmanağa mahallesinde ise 882 ev mevcuttur. Vezir iskelesi-Hidayet Camii arasındaki Demirkapı semti, vezirlerin, devlet adamlarının mahallesi iken, Hocapaşa yangınları sonucu yanan konaklar dolayısıyla ekabir, Beyazıt/Soğanağa’ya taşınır. Mahalle alt sınıf guruplarına açılır. Bekar odaları, hanlar ve genelevler ortaya çıkar. Karagümrük ve Balat, sefalet mahallelerine dönüşmüştür. III.Selim’in kararıyla, Galata Saray arazisinin bir kısmı bölünür ve Hıristiyanlara satılır. 1801’de bahçeli evler şeklinde yerleşime açılır. 1831 yangınında sonra İstiklal caddesinin güneyi, 1870 yangınından sonra da kuzeyi bayındır hale getirilir. Sık sık ortaya çıkan yangınlar dolayısıyla, Abdülmecit tarafından çıkarılan Hatt-ı Hümayun ile artık yapıların taştan yapılması koşulu getirilir. 1853-1854’de Teşvikiye Camiini yaptıran Abdülmecit, burada Teşvikiye mahallesinin kurulmasını emreder. Alibeyköy’e Türk-Rus savaşı göçenler yerleştirilir ve yeni mahalleler açılır. Üsküdar Tunusbağı’na doğru konutlar ilerlemiştir. Doğancılar da tamamen dolmuştur. 1870’lerde Fenerlibahçe civarı bağlar, buğday tarlalarıdır.[112]

İstanbul'da mekansal yapı XIX. yüzyıl ortalarına kadar, toplumun oldukça farklılaşmış yapısına karşın, durağan bir yapı göstermiştir. Ancak, bu yapı, özellikle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren bir değişim sürecine girmiştir. Bu değişim daha çok dış dinamiklerin etkisindedir. XIX. yüzyıl, önceki çağlara göre daha hızlı bir değişimin yaşandığı yüzyıldır ve bu değişim doğal olarak İstanbul'da da kendini gösterdi. İstanbul, uzun yıllar dünya ekonomisinin ve kültürünün önemli bir merkezi olmasına rağmen, değişime ayak uyduramamıştı ve etkileşime açıktı. XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kent, yaşadığı çağa ayak uydurmaya başladı. Bu değişimi, şehrin kurumlarında, nüfusta, yüzölçümünde ve mekansal yapısında gözlemek mümkündür. Kentin mekansal yapısında gözlenen bu değişim ve dönüşümü, iş merkezindeki değişme ve kaymalar sonucu çift merkezin doğuşu, gecekondulaşma ve buna bağlı olarak banliyölerin doğuşu, sınıfsal yapının ayrıntılarıyla mekana yansıması, geçiş bölgelerinin belirgin şekilde ortaya çıkması ve daha önce kente entegre olmayan çeşitli semtlerin ve mahallelerin merkezle organik bir bütünleşmeye doğru gitmesi gibi olgularla açıklamak mümkündür. Bu süreçte farklılıkların kümelendiği kendi kendini yöneten mahalle olgusu dönüşerek şehrin genel gidişatına ayak uydurmaya başlamıştır. Bu değişimde, yeni kentiçi ulaşım imkanlarının ortaya çıkmasının da önemli rol oynadığını belirtmek gerekir. [113]

XIX. yüzyıl ortalarından başlayarak, kent dokusunun değişim süreci iki öğeden yola çıkarak oluştu; kent içi yangın sonrası ifraz ve kent çevresinde yeni semtler oluşturma projesi. Bunlar öncelikle taksim'in kuzeyinde, Pangaltı, Nişantaşı, Şişli'ye doğru gelişecek, aynı zamanda deniz ulaşımının ve 20. yüzyılın başında Haydarpaşa'dan başlayan Bağdat Demiryolu'ndan faydalanarak banliyö seferlerinin başlamasıyla Kadıköy'den başlayıp Bağdat caddesi boyunca uzanacaktır.

Sosyo-Ekonomik yapının genel değişim sürecine koşut olarak İstanbul'un mekansal yapısında, merkez işlevlerinde ve konut alanlarında, ortaya çıkan "ikili yapı" XIX. yüzyıl sonunda kentin en belirgin niteliğiydi. Bu dönemde kentte, geleneksel esnaf çarşılarının oluşturduğu eski merkez ile değişen dış ticaret ilişkileri sonucu kente dışarıdan gelip yerleşen ticaret burjuvazisinin, devlet görevlilerinin, Rum ve Ermeni azınlıkların işyeri olarak ortaya çıkan ve çoğunlukla üst sosyal kesime hizmet sunan kent merkezinin ikili yapısının yanı sıra, konut alanlarında geleneksel sık konut dokusunun yanı başında, "dama tahtası" düzenindeki geometrik dokulu yeni mahalleler, kentin mekansal yapısının içine girdiği değişim sürecinin somut göstergesidir. Sınırlı bir ölçekte gerçekleşmiş de olsa, bu dönemde ahşap konutlardan kagir konutlara geçilmişti. Ahşap inşaat kentin çevresindeki sayfiyelerde ve kent içindeki düşük gelirlilerin oturduğu mahallelerde devam etmekteydi. Dönüşümün diğer bir boyutu konut alanında sıra evlerin ve apartmanların ortaya çıkışıydı. Bu, bir yandan kentte yeni orta tabakaların oluşması, diğer yandan da arazi fiyatlarının yükselmesiyle ilgiliydi. Dolayısıyla genellikle kagire geçilen alanlarda sıra evler ve apartmanlar yapılıyordu.[114] Apartman kültürünün ortaya çıkışı geleneksel Osmanlı mahallesinin sonunu hazırlayan en büyük etkendir bu dönemde.

XIX. yy'da kent merkezinde görülen değişim ve dönüşüm, kendisini konut alanında da gösterdi. Konut alanlarında yine dinsel farklılaşma vardı, fakat artık her dinin bütün sınıfları aynı mahallede oturmamaktaydı. Zenginleşenleri kent sınırları dışına çıkmakta; ulaşım imkanlarına paralel olarak banliyöler oluşmaktaydı. Bu banliyöler arasında da dinler (milletler) arası bir faklılaşma vardı, ancak şehir içindeki kadar katı değildi.

XIX. yy'da banliyö, İstanbul'un önemli bir olgusu olarak karşımıza çıkmaya başladı. XVIII. yy'da ortaya çıkmaya başlayan sayfiye yerleşimleri, bu yy'da kentin batı ve doğusunda banliyö trenlerinin işlemeye başlamasıyla daha hızlı bir büyüme gösterdi. Özellikle 1880'lerde demiryolu güzergâhında sayfiye yerleşimleri gelişmeye başladı. Buradaki yapıların büyük bir kısmını ahşap köşkler oluşturmaktaydı. Bir süre sonra bu yerleşimler devamlı oturulan yerler haline geldi. Batıda Yeşilköy (Ayestefanos)-Makriköy (Bakırköy), doğuda Kızıltoprak, Göztepe, Erenköy, Bostancı, Kadıköy önemli banliyö merkezleri halini aldı. Tarabya-Yeşilköy daha çok yazlık sefarethanelerin ve Levantenlerin bölgesi oldu. Adalar da kentle organik bir bütünleşme sürecine girdi”. [115]

Sonuç olarak, İstanbul, mekan organizasyonu bakımından, Bizans ve Osmanlı dönemlerini de içeren XVIII. yüzyıl ortalarına kadar temel özelliklerini korumuş ve ancak XIX. yy'da dış dünya ile yoğunlaşan ilişkiler ve değişen ekonomik yapıya bağlı olarak mekan düzenini de değiştirmişti. [116]

4.6.1. İstanbul’da Muhtarlık Teşkilatının Kurulması

19.yy geleneksel Osmanlı mahallesinde gündelik hayatta yaşanan değişim ve dönüşüm sonrası mahallenin kurumsal yapılarında da kaçınılmaz olarak bir değişim yaşanmaya başlamıştır.

Bu dönemde yaşanan değişim; Uluslar arası ticaret yolarının değişmesi ve fiyat artışlarının yol açtığı gelir krizi nüfus artışıyla birleşerek şiddetlenmiştir.[117] İmparatorluğun sosyo-ekonomik yapıyı kontrol gücünü kaybederek iç karışıklığı önleme rolünü yitirmesi, karşılıklı olarak birbirini besleyen bir döngü içinde tarımsal alandan şehirlere doğru bir göçü başlatmıştır. Kargaşa ortamı ve yolsuzluklar giderek artmıştır. Halkın şikayetlerini yazıp başkente gönderdiği dilekçelerin sayısı artmış ve daha da ötesi, çiftini çubuğunu terk eden halk Kocaeli, İstanbul, Bursa, Edirne gibi büyük şehirlere göç edip yerleşmeye başlamıştır. İşsizlik ve serseriliğin önüne geçilebilmesi için şehre giriş ve çıkışlar kontrol altına alınmaya çalışılıyordu. İmamların mürur tezkirelerinin[118] kontrolünde ihmal ve yolsuzlukların görülmesi, ayrıca zulüm ve vergiden kaçıp büyük şehirlere gelen göçü önlemek amacıyla bir takım idari düzenlemeler yapılıyordu.[119]

Osmanlının yeniden yapılanma dönemine girdiği bu yüz yılda klasik mahalle yönetiminde de değişmeler yaşanmaya başlamıştır. Bunlardan ilki Muhtarlık, diğeri İhtiyarlar Meclisidir. Muhtarlık Kurumu ilk olarak 1829’da İstanbul’da ve Bilad-ı Selase (Eyüp, Üsküdar, Galata) mahallelerinde kurulmuş, daha sonra görülen yarar üzerine tüm Osmanlı mahallelerinde uygulanmıştır.[120] Kadı şehir idaresinde giderek nüfuzunu kaybettiği halde, imamlar muhtarlık kurulduktan sonra da mahalle idaresinde gene söz sahibi olmuştur. Muhtarlık teşkilatının ilk olarak İstanbul’da uygulanması bir tesadüf değildir. Yeniçeri ocağı lağvedildikten sonra, şehrin asayişini sağlamak, vergi toplayabilmek ve mahallelerdeki yeniçeri kollukları büyük rol oynuyordu. Asayişin dışında diğer mali mülki görevlerin yerine getirilmesi için yeni bir teşkilat gerekmekteydi. İmamların, gelen gidenlerin mürur tezkerelerini kontrolde ihmal ve yolsuzlukları görülmüştü. Bu nedenle imamların müsamaha edip, göz yumması için mahalleye evvel ve sani olmak üzere iki de muhtar tayin edildi[121] Mahallenin ileri gelenlerinden “muhtar-ı evvel” ve muhtar-ı sani olmak üzere seçilen ve imamlar tarafından kefil olunan muhtarlar, kendileri de mahalle halkının kefili olarak yönetim sorumluluğunu üstlenmişlerdir. [122]

“Muhtarlık kurumunun ortaya çıkışı hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. O.N.Ergin, söz konusu kurumun ortaya çıkışını, “Tanzimat’a doğru imamların zulmünden ve istibdadından, halkı kurtarmak ve istişare ile iş gördürmek, T.M.Yaman “halkın hükümetle olan münasebetlerini daha düzgün esaslara bağlamak, M.Çadırcı ise “memlekette o devirde hemen hemen hiç kalmamış asayişi tekrar sağlamak, gayelerine dayanırken, H.İnalcık ise muhtarlık kurumunun, yerel yönetim birimlerinin laikleştirilmesi yolunda atılmış ilk adım olarak değerlendirmektedir.”[123]

Muhtarların bu dönemde; tezkereli olup mahalleye yerleşmek üzere gelenlere mahalle halkında kefil bulmak ve mahalle defterine kaydetmek, ölüm, doğum olaylarının kaydıyla ev, dükkan, bekar odaları vs. yerlerde bulunan kimselerin eksiksiz olarak yazılacağı defterleri tutmak, mahalleye düşen vergi payını dağılımını düzenlemek, evlilik, veraset, askerlik işlerinin halli gibi görevleri vardı.

Muhtarlar mevkilerini halkın seçimi ve imamların kendilerine kefil olması üzerine merkezden adlarına gönderilen mühür ile kazanırlardı. Tanzimatla birlikte tüm yönetim sisteminin merkezileşme eğilimine paralel düzenlemeler içinde görülen muhtarlık kurumu ile amaçlanan; bürokrasi yoluyla merkez adına, mahalleler üzerinde bilgi ve denetim ağını kurumsallaştırmaktır.

4.6.2. 1864 Tarihli Vilayet Nizamnamesi Ve Muhtarlık Teşkilatı

Osmanlı Devletinde II. Mahmut’la birlikte mali ve idari alanda güçlü bir merkeziyetçilik ortaya çıkmıştır. Bunun sonucu olarak valiler, basit işlerde bile merkezi idareye müracaat eder olmuşlardır. Merkezi idare, valilere cevap vermek için Devletin önemli işlerine vakit ve fırsat bulamaz hale gelmişlerdir. Merkezi idareye basit işlerle uğraşmaktan kurtarmak ve kırtasiyeciliği önlemek için, eyalet ve sancakların büyülterek birleştirilmesi ve valiliklerine, yetki genişliğine sahip tecrübeli yöneticilerin getirilmesi gerekiyordu. Bu amaçla 1864 yılında “Vilayet Nizamnamesi” adıyla yasal bir düzenleme yapıldı.[124]

Vilayet Nizamnamesine göre; kasaba ve şehirlerdeki en az elli hane bir mahalle; her bir mahalle de bir karye hükmünde kabul edilmiştir (m.5). Buna göre, her köyde ya da mahallede, her sınıf ahali için iki muhtar seçilecektir. Eğer bir cemaat, yirmi haneden az ise, bu sınıfın yalnız bir muhtarı bulunacaktır. Seçimden sonra muhtarlar, kazaya bildirilecek ve kaymakamın tasdikiyle göreve başlayacaklardır. Her köyde, her sınıf ahali için en az üç, en çok on iki kişiden oluşan bir ihtiyar meclisi bulunacak, imamlar ve diğer cemaatlerin ruhani reisleri, kendi meclislerinin tabi üyesi olacaktır (m.58). Muhtarlar ve ihtiyar meclislerinin üyeleri bir yıl için seçileceklerdir. Tekrar seçilmeleri de mümkündür. Muhtarlar kusurları üzerine Devler tarafından azledilebilecekleri gibi ihtiyar meclisleri tarafından, talep üzerine görevden alınabilmektedirler (m.12). 18 yaşını doldurmuş ve Osmanlı tebaasından olup, yılda en az 50 kuruş vergi veren erkekler, kendi cemaatlerinin muhtar ve ihtiyar meclisi üyelerini seçeceklerdir. Muhtar ve ihtiyar meclisi üyesi olabilmek için ise, Osmanlı tebaası olmak yanında 30 yaşını doldurmuş bulunmak ve yıllık en az 100 kuruş vergi vermek gerekmektedir (m.63–64). İhtiyar meclislerinin görevleri de, köylerin temizliğine ve ziraatın gelişmesine ilişkin konuları müzakere etmek, kanunun tayin ettiği derecede sulhen çözümlenebilecek davalara bakmaktır (m.59).

4.6.3 1871 Tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesi ve Muhtarlık Teşkilatı

Merkezi idarenin taşra teşkilatı, 19 Ocak 1871 tarihli İdare-i Umumiye-i Vilayet Nizamnamesiyle yeniden düzenlenmiştir. Bu nizamnameye göre vilayetler livalara, livalar kazalara, kazalar nahiyelere ve nahiyeler de köylere taksim edilmiştir (m.1). Muhtarlarla ihtiyar meclislerinin yetki ve görevleri genişletilmiştir. Buna göre muhtarlar, nahiye müdürü tarafından kendilerine verilen kanun ve nizamları, hükümet emirlerini köylerde ilan, köy halkı için tarh olunan vergilerin, ihtiyar meclisinin kararı ve nahiye müdürünün göndereceği tevzi pusulaları gereğince tahsil, mürur tezkeresi alacak olanlara ilmühaber vermek, köy ve çiftliklerdeki ölüm ve doğum vakalarını belirli zamanlarda nahiye müdürüne bildirmek, suçluların hükümete teslimine yardımcı olmakla yükümlü tutulmuşlardır (m.60). Bu yasal düzenlemelerle, Tanzimat’tan önce büyük ölçüde imamlar tarafından yürütülen mahalle ve köylerin işleri, muhtarlara ve ihtiyar meclislerine aktarılmıştır.

1864 ve 1871 tarihli nizamnamelerde, köy muhtarları ve ihtiyar meclisleri için belirtilen görev ve yetkiler, büyük ölçüde mahalle muhtar ve ihtiyar heyetleri için de geçerlidir. Mahalle muhtarları, Devlet alacaklarını tahsil, kanun, tüzük ve hükümet emirlerini ilan etmek, yaralama ve ölüm olaylarını hükümete haber vermek ve suçluların yakalanmasına yardımcı olmak gibi işlerde, hükümetin bir icra vasıtası olmalarının yanında, her sınıf ahalinin beldeye ilişkin işlerinden de sorumludurlar. Ancak mahalle muhtarlarının devlete ilişkin görevleri daha fazladır. Bu bakımdan mahalle muhtarlarının temel fonksiyonu, hükümetle halk arasındaki ilişkilerde aracılık yapmaktır.[125]

Mahalle muhtarlarını yetki ve görevleri, 1913 tarihine kadar bu şekilde devam etmiştir. Bu tarihte yürürlüğe giren “İdare-i Umumiye-i Vilayet Kanun-u Muvakkatı”nın 148. maddesi, 1864 ve 1871 tarihli Vilayet Nizamnamelerini yürürlükten kaldırmıştır. Böylece köy ve mahalle muhtarlıkları yasal dayanaktan yoksun hale gelmiştir. İlgili yasa mahalle muhtarlığıyla ilgili hiçbir düzenleme getirmemiştir. Ancak mahalle muhtarlığı eski görevlerini yasal bir dayanağı olmadan, hükümetlerin izniyle fiili olarak 1934 yılına kadar devam ettirmiştir.[126]

Mahalle muhtarlığının yasal dayanağı olmadan görevlerine devam etmesine hükümetlerin göz yummasının nedeni, bu kurumları merkezi yönetime ait görevleri yürütüyor olmalarıdır.[127]

4.7. XX yy’ dan Günümüze İstanbul Mahalleri

Semtlerin sosyoekonomik katmanlaşması olayının Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında başladığı gözlemlenmekle birlikte, şehir örgüsünün sınıf temeline göre şekillenmesi olgusu için İkinci Dünya Savaşı sonrasını beklememiz gerekir. II. Meşrutiyet döneminde az sayıda da olsa bazı zengin ve modern düşünceli Müslüman aileler eski İstanbul`daki dini farklılıklara göre ayrılmış semtlerini terk ederek, geleneksel gayrimüslüm semti olan Pera`nın kuzeyinde uzanan Şişli ve Nişantaşı`nda apartman hayatına geçmeye başlamışlardı. Bu hareket, savaş yılları boyunca ve 1920`ler ve 1930`lara kadar devam etti. Savaş yılları birçok bakımdan eski elit için bir dönüm noktası sayılabilir. Şehirdeki Müslümanların hayatı İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar geleneksel mahallelerde devam eder. Ancak II. Meşrutiyet döneminde başlayan çatlama Birinci Dünya Savaşı`nın krizleriyle hızlanmıştır.[128]

1907 sayımında, şimdiki Fatih ve Eminönü`nden oluşan sur içi İstanbul`unda 147 mahalle mevcuttur. İstanbul`un bu kısmının 1914 nüfusu 240.528`di. Dolayısıyla her mahallenin ortalama nüfusu 1.600 civarındaydı. Bazılarınınki mutlaka daha fazlaydı. Öte yandan, Birinci Dünya Savaşı`nın hemen arifesinde, birçok mahalle sadece bir iki sokak ve boş arsalardan oluşmuştu. Yangınlar ve savaş yıllarının yoğun nüfus hareketleri bu mahalleleri yeniden kurma gereğini doğurdu. Yine de, ortalama büyüklük yeniden düzenlenme sonrası fazla değişmedi. 1928`de, idari yeniden sonucu sur içi İstanbul`unda mahalle sayısı 114`e indi. Bunların ortalama nüfusu 1.800`dü. İstanbul`da yeni kadastro planının uygulanmasıyla birçok mahalle yok olurken, kalanların sınırları yeniden belirlendi.

Cumhuriyet’in ilanında sonra, kentin idari yapısındaki değişikliklere bağlı olarak mahallenin tanımı kadar yapısında da değişiklikler olmuştur. Günümüzde mahalle, kentsel veya kırsal alandaki yerleşmelerde yerel yönetim amacıyla ayrılan en küçük birim ya da il, ilçe, nahiye veya köyün idari olarak bölündüğü parçalardan her birine verilen addır. 1994 yerel seçimlerine esas olan muhtarlık listelerine göre, İstanbul’da 27 ilçede 606 , belediye sınırları dışında da 57 olmak üzere 663 mahalle vardır. Bu dönemde bu mahallelerin kapladıkları alan ve nüfus İstanbul’un Türkiye’nin en fazla göç alan şehri olduğunu ve bu göçün sürekliliğini bir kez daha kanıtlamaktadır. Bu dönemde ilçelerde ki mahalle sayıları şöyledir; adalar 5, Avcılar 9, Bağcılar 22, Bahçelievler 11, Bakırköy 15, Bayrampaşa 11, Beşiktaş 22, Beykoz 20, Beyoğlu 45, Eminönü 33, Esenler 13, Eyüp 19, Fatih 69, Gaziosmanpaşa 29, Güngören 13, Kadıköy 28, Kağıthane 16, Kartal 27, Küçükçekmece 21, Pendik 18, Maltepe 17, Sarıyer 22, Şişli 28, Ümraniye 52, Tuzla 10, Zeytinburnu 13. Bu listedeki ilçelerin sadece Eminönü’nün tüm mahalleleri 1955–1994 arasında gerek adları gerekse büyüklükleri ile aynı kalmıştır. Aynı adlarla günümüze kadar gelen Fatih mahallelerinden sadece ikisi, Kazlıçeşme ve Merkez Efendi mahalleleri, Zeytinburnu İlçe olduğu zaman bu ilçeye bağlanmıştır. Her iki ilçenin de kentin sur içinde ilk yerleşilen alanlar olması dikkat çekicidir. Adalar ilçesine yeni yerleşmeler eklenmişse de mahalle sayısı aynı kalmıştır. Beşiktaş’tan 13, Beykoz’dan 11, Beyoğlu’undan 37, Eyüp’ten 8, Kadıköy’den 14, Sarıyer’den 12, Şişli’den 13, Üsküdar’dan 36 mahalle günümüze kadar eski adlarıyla ulaşabilmişlerdir. [129]

Adlarını koruyan mahallelerin bu durum niteliklerinde bir değişim olmadığı anlamına gelmemektedir. Şehre daha evvel göç etmiş ve çevre alanlarda oturanlar, zaman içinde aşama yaparak şehir içindeki değişim geçiren bölgelerde yaşamaya başlamakta; şehrine eski mahallelerinde nüfus yoğunluğu artmaktadır.

1980 li yıllara gelindiğinde bir dizi yasal düzenlemeyle yeni ilçe kuruluşları gerçekleştirilmiştir. Zeytinburnu ilçesi Bakırköy’den ayrılmıştır. Geri kalan 17 ilçe 1955’ten 1994’e kadar geçen 39 yıllık süre içinde fakat ağırlıklı 1980’den çzellikle 1987’den sonra büyüyen yeni yerleşme alanlarında kurulmuşlardır. Bu yeni ilçelerden Gaziosmanpaşa 29 mahalle, Kartal 27 mahalle, bağcılar 22 mahalle, Küçükçekmece 21 mahalle ile önde gelmektedir. Bu yeni ilçeler en az 10 mahalleye sahiptirler. Görüldüğü gibi yıllar içerisinde mahalle sayılarındaki artış göçle paralellik arz etmektedir. bu artışı 1955–1965 arasında yüzde olarka ifade edecek olursak, 1955-1965 arasında yüzde 1,7; 1965-1983 arasında yüzde 3,2; 1983-1985 arasında yüzde 5,4; 1985-1991 arasında yüzde 0,5; 1991-1994 arasında yüzde 2,2’dir. [130]

2001 yılına gelindiğinde İstanbul Metropoliten alanda toplam 615 mahalle birimi vardır. 417 mahalle Avrupa yakasında, 198 mahalle de Anadolu yakasında yer almaktadır. Şehirsel alana bitişik olmayan diğer ilçelerin belediye sınırları içerisinde 41 adet (Avrupa yakasında 22, Anadolu yakasında 19) mahalle vardır. [131]

2008 yılında geldiğimizde İstanbul’da yapılan yeni değişikliklerle; 30.04.2009 tarihli verilere baktığımızda; İstanbul’da 41 olan ilk kademe belediyelerinden 37'sinin tüzel kişiliği sona erdirilerek 8 ilçe belediyesi oluşturuldu. 32 olan ilçe sayısı da Eminönü’nün kaldırılması ve 8 yeni ilçeyle birlikte 39 oldu. Ve mahalle sayıları da bu düzenleme doğrultusunda, 782 olarak düzenlenmiş oldu. Mahallelerin yeni durumunu anlayabilmek için yeni düzenlemeyi daha detaylı incelersek, ''Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkındaki Kanun'' çerçevesinde ilçe sayısı 39'a çıkan İstanbul'un yeni haritası hazırlandı. Halen 32 ilçesi 151 köyü, 817 mahallesi ve 41 ilk kademe belediyesi bulunan İstanbul'da, Eminönü'nün tüzel kişiliğine son verilerek Fatih ilçesinin sınırlarına katıldı. İlk kademe belediyelerinden 37'sinin de tüzel kişiliği sona erdirilerek yeni 8 ilçe belediyesi oluşturuldu. Bu 8 ilçeden 4'ü ilk kademe belediyesinin ilçeye dönüştürülmesiyle oluşturulurken, 4'ü de ilk defa kuruldu. Böylece İstanbul'un toplam ilçe sayısı 39 olurken, ilk kademe belediyeleri de tamamen kaldırılmış oldu. İlk kademe belediyeleri arasında yer alan 9 adet bucak teşkilatı da kaldırıldı. Toplam nüfusu 12 milyon 573 bin 836 olan İstanbul'da, yeni düzenlemeyle Boğazköy, Bolluca, Durusu, Hadımköy, Haraççı ve Taşoluk ilk kademe belediyelerinin tüzel kişiliğine son verilerek Arnavutköy ilçesi oluşturuldu. Arnavutköy'e bu düzenleme ile 29 mahalle ile 9 köy bağlandı. Ataşehir ilçesi ise Üsküdar'a bağlı 3, Kadıköy'e bağlı 7, Ümraniye'ye bağlı 3, Samandıra'ya bağlı 1 mahallenin katılımıyla oluşturuldu. Başakşehir ilçesi ise Küçükçekmece'ye bağlı 6, Esenler ve Bahçeşehir'e bağlı 2'şer mahallenin katılımıyla kuruldu. Bahçeşehir ilk kademe belediyesinin tüzel kişiliğine de son verildi. Beylikdüzü ilçesi de Gürpınar ve Yakuplu ilk kademe belediyelerinin katılımı ile oluşturuldu. Beylikdüzü'ne bağlı 5 mahallenin yanı sıra Gürpınar'a bağlı 3, Yakuplu'ya bağlı 2 mahalle ile birlikte toplam 10 mahalle Beylikdüzü'ne katıldı. Çekmeköy ilçesi de Ömerli, Alemdağ ve Taşdelen ilk kademe belediyelerinin tüzel kişiliklerinin sona ermesi ve bu belediyelere bağlı 17 mahalle ile 5 köyün katılması ile oluştu. Esenyurt ise Kıraç, Yakuplu, Avcılar ve Bahçeşehir'e bağlı 22 mahallenin katılımıyla kuruldu. Anadolu yakasında oluşturulan Sancaktepe ilçesi ise Samandıra, Sarıgazi ve Yenidoğan ilk kademe belediyelerinin tüzel kişiliğinin kaldırılması ve 20 mahalle ile 2 köyün bağlanmasıyla oluşturuldu. Sultangazi ilçesi de Gaziosmanpaşa'ya bağlı 14, Eyüp'e ve Esenler'e bağlı birer mahallenin katılımıyla kuruldu.[132]

Söz konusu sayılarla İstanbul Metropoliten alanı dev bir mahalle yumağı haline gelmiştir. Her dönem, yaşayanların kültür ve inançları çerçevesinde, ana hatları bozulmadan yüzlerce yıl kimliğini muhafaza eden İstanbul Mahalleleri Cumhuriyet’in ilanı ve İstanbul’un başkentliğini yitirmesinin ardından şehrin yapısındaki modern mimari ve şehircilik akımları günümüz modern mahalle yapısını oluşturmaya başlamış, sadece sur içi’nde geleneksel dokuyu devam ettiren bazı mahalleler korunabilmiştir.

Yeni açılmakta olan mahalleler ve dönüşüme uğrayan eski mahalleler imar ve yasa yönetmeliğinin ortaya koyduğu yeni şablonlar dolayısıyla, geleneksel mahalle dokusu, anonim ve standart bir kimliğe dönüşerek geleneksel kimliğini değiştirmiştir. Artık mahalle merkezi veya nirengisi kalmadığı gibi, toplumun her kesimi de aynı mahallede oturmamaktadır.

4.7.1 Cumhuriyet’in İlanından Günümüze Mahalle Yönetimi


1924 anayasası, 1929 Vilayet İdaresi Kanun ve 1930 Belediye Yasası mahalleyi yönetsel bir birim olarak öngörmemektedir. Mahalle muhtarlıklarının bu durumu 1934’e kadar devam etmiştir. 1.1.1934’de çıkarılan 2295 sayılı kanunla, belediye teşkilatı olan yerlerde, mahalle muhtarlıkları ve ihtiyar meclislerinin faaliyetlerine fiilen de son verilmiştir. Bu kanunla mahalle muhtarlıklarının görmekte oldukları işler, belediyeler ve devlet dairelerine devredilmiştir. Belediyeler ve devlet daireleri kendilerine verilen bu görevleri başarılı bir şekilde yerine getirememişlerdir ve bunun sonucunda kamu kurumlarıyla halk arasındaki ilişkilerde bir kopukluk meydana gelmiştir. Böylece mahalle muhtarlığının boşluk dolduran değil yeri doldurulamayan bir kurum olduğu anlaşılmıştır. Bunun üzerine İçişleri Bakanlığı, konuyla ilgili bir inceleme yapmak zorunda kalmış, sonuçta mahalle muhtar ve ihtiyar meclislerinin yeniden kurumasına karar verilmiştir. 1943 Şubatından 1944 Ocağına kadar uzanan süreç kurumun yetki ve görevleri, seçim yöntemi, yürüteceği hizmetlerin özü, yerel ve merkezi yönetim birimleriyle ilişkisi gibi mahalle muhtarlığının yönetsel sistemdeki yerini belirlemeye yönelik tartışmalarla sürmüştür. Sonuçta 10 Nisan 1944 tarih ve 4541 sayılı “Şehir ve Kasabalarda Mahalle Muhtar ve İhtiyar Heyetleri Teşkiline Dair Kanun”la mahalle teşkilatı tekrar kurulmuştur.[133]

Kuruluş sonrası süreçte, muhtarlığı kuran yasa kadar birçok değişiklik geçirse de özü itibariyle aynı kalmıştır.

Mahalle muhtarlıklarının tüzel kişiliği bulunmamaktadır. Sorumluluk ve hizmetler bakımından, mahalli mülki makamlara bağlıdır. Bu makamların mahalle muhtarlıkları üzerindeki yetkisi, hiyerarşik denetim kapsamına girmektedir. Bu hiyerarşik denetim sonucu, seçimle iş başına gelen mahalle muhtar ve ihtiyar meclisinin üyeleri, merkezi idareye bağlı bir memur niteliğinde görülmektedir. Yürüttüğü hizmetler bakımından, merkezi idareye ve belediyeye yardımcı bir konumdadır. Bu bakımdan mahalle muhtar ve ihtiyar meclislerinin yürütmekte yükümlü olduğu işler, merkezi idarenin ve belediyelerin asli görevleri arasında yer almaktadır diyebiliriz.[134]


5.SONUÇ


Osmanlı Şehrinde Mahalle, tarihinin hiçbir döneminde sınırları yalnızca cetvelle çizilebilecek fiziksel bir yaşama alanı olmamıştır. Mahalle; içersinde iktisadi, dini, kültürel ve sosyal patriklerin yer aldığı yaşayan canlı birer organizma olarak hayatiyetini uzun süre devam ettirmiştir. İktisadi açıdan ekonomik ölçüleri ve kendine mahsus kurumları ile kendine yetebilen, kültürel açıdan beslendiği dini referanslarla kendini özgünce ifade edebilen ve entelektüel gelişimin imkanlarına sahip, dini açıdan cami ve imam ile hayatın içerisinde aktif ve sorumlu bir dindar, idari anlamda kolektif sorumluluğun bir neticesi olarak kendi kendini yönetebilen ve sosyal dayanışmaya dayalı bir cemaat şuuruyla şekillenmiş bir yapıdır mahalle. Mahalleyi bir insan bedenine benzetecek olursak kalbini inançları ve değerleri, başını imamın önderliğinde şekillenen kolektif bilinç, canlı ve belirli bir ritme sahip gündelik hayatı damarlarını, üreten ve gereğinde yaptırım gücüne sahip olan birlikte hareket etme kabiliyeti elleri ve ayakları temsil etmektedir. Bu beden üzerinde bir ahenk ve uyum en güzel ifadesini İstanbul mahallerinde bulmuştur.

En küçük yönetim birimi olan mahalle muhtarlık sistemi gelinceye kadar yani 2. Mahmut dönemine kadar imamlarla yönetilmiştir. İmamlar dini vazifelerinin yanında, mahallenin güvenliğinden ve düzeninden, temizliğinden ve ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarının karşılanmasından ayrıca vakıfların yönetiminden sorumludur. Görevini yaparken kendisine yardımcı olmak üzere kethüda, yiğitbaşı, bekçi ve mahallenin ileri gelenlerini temsilen mütevelli heyetini görüyoruz.

İslam şehrinden etkilenerek daha çok dini ritüel ve emirlerin Osmanlı kültüründe yoğrulmasıyla oluşan Osmanlı mahallesi, kolektif bilinç ve sorumluluğun örnekleriyle doludur. Kefalet sistemi, avarız sandıkları, ihraç sistemi, yargısal fonksiyonlar, kasame ve diyet ödeme, sadaka taşları bu örneklerdendir.

Mahallenin geçmişte nasıl bir gündelik hayata ve idari yapılanmaya sahip olduğunu bu çalışmada izah etmeye çalıştık. Özellikle mahallenin tüm öğeleriyle kurumsallaştığı ve klasik Osmanlı mahallesinin oluştuğu İstanbul şehrinde mahallenin geçirdiği evrimin temel kırılma noktaları ve günümüze ulaşan boyutları açıklamaya çalıştığımız bir başka alandı. 19.yy sonrası Osmanlı mahallesinde yaşanan değişim ve Cumhuriyetle birlikte yaşanan dönüşüme baktığımızda; 20.yy’a kadar mahallenin çok boyutlu bir yaşama alanı iken, daha sonraları sadece mekansal ve fiziksel olarak bir anlam ifade ettiği ve bunun da sadece idari sisteme hizmet eden bir işlev gördüğü söylenebilir. Fakat toplumsal hafıza hala mahallenin o eski ‘nostaljik’ tadını aramaktadır. Televizyon kanallarında en çok reyting alan dizilerin eski mahalle ‘havasını’ işleyen diziler olması bunun bir göstergesi olsa gerektir. Günümüz İstanbul’unda etrafı adeta kale surlarıyla çevrilmiş olan site kültürünün, eski Osmanlı mahallesine bir alternatif olduğu yönündeki iddiaların ne denli yanlış olduğu bu çalışmanın sonunda açık bir şekilde olarak ortaya çıkmıştır. Ayrıca günümüz kamu yönetimi anlayışlarının moda kavramlarından olan yönetişim ve sivil toplumun Osmanlı mahallesinde güzel uygulamaları olduğunu söylemek sanıyoruz yanlış olmayacaktır, Yerel yönetimlerde artık geçerliliği su götürmez olan desantralizasyon idealinin örnek uygulamaları Osmanlı mahallesinde vakıflar aracılığıyla uygulanabilmişti.

Günümüzde örgütlenme modeli içerisinde Mahallenin ne işe yaradığı sorusuna maalesef tatmin edici bir cevap almak mümkün görünmemektedir. Seçimle oluşması ve halka en yakın birim olması münasebetiyle yerel yönetim özellikleri taşıyan mahalle, idari ve mali konularda özerk olmaması yönüyle de merkezi idarenin bir uzantısı olma işlevi göstermektedir. Mahallenin yeni bir düzenlemeyle aidiyet duygusunu besleyen, katılıma açık ve etkin bir yaklaşıma ihtiyacı vardır.

Netice olarak, Osmanlı mahallesi bir değerler bütünü olarak günümüz insanının, modernitenin kıskacında yaşadığı yalnızlığı giderebilmenin bir yolu olarak, ‘ütopik’ te olsa geçmişte yaşanmış güzel bir örnek olması münasebetiyle bizi ümitvar kılmaktadır.









[1] Ali Murat Yel ve M. Sabri Küçükaşçı, “Mahalle”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, C.27, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2003, s.323. [2] Adalet Bayramoğlu Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, 1.Basım, (İstanbul: Sümer Kitabevi, 2008), s.15. [3] Selma M.Erses, “Mahalle Kimliği”, İstanbul Dergisi, Sayı.40, (Ocak 2002),s. 65. [4] Erses, s.59 [5] Mehmet Bayartan, “Osmanlı Şehrinde Bir İdari Birim: Mahalle”, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü Coğrafya Dergisi, Sayı.13, (Eylül 2005), s.94 [6] Mustafa Armağan, “Osmanlı Şehrine Kavramsal Bir Yaklaşım”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.5, İstanbul: Yeni Türkiye Yayınları, 2004, s.536 [7] Muhammed Gül, “İslam Şehrinin Doğuşu”, (Elektronik Version), Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, No:6, 2001,(20 Kasım 2009), s.80 [8] Armağan, s.537 [9] Alada, s.41 [10] Alada, s.15 [11] Doğan Kuban, “Mahalleler: Osmanlı Dönemi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C. V, İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994, s. 242 [12] Ali Bulaç, “İlk Ev ve İlk Şehir”, Vecdi Akyüz ve Seyfettin Ünlü (Ed.), İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (20-39), İstanbul: İlke Yayınları, 1996, s.20 [13] Alada,s.44 [14] Gül, s.82 [15] Turgut Cansever, İslam’da Şehir ve Mimari, 3.Baskı,( İstanbul: Timaş Yayınevi, 2008), s.110 [16] Armağan,s.541 [17] Alada, s.45 [18] İslam Ansiklopedisi, s.324 [19] Vecdi Akyüz, “İslam Şehri”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (20– 39), s.53 [20] Akyüz,s.58 [21] İbrahim Canan, “Hz. Peygamber’in Mesken Telakkisi”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (70–78),s.70 [22] İslam Ansiklopedisi, s.324 [23] Cahit Baltacı, “Dört Halife Devri Şehir ve Yerel Yönetim Hizmetleri”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (80–94)),s.81 [24] İslam Ansiklopedisi, s.324 [25] İslam Ansiklopedisi, s.324 [26] Alada, s.49 [27] Baltacı, s. 82 [28] İslam Ansiklopedisi, s.324 [29] Mustafa S.Küçükaşçı,, “Emeviler Dönemi Şehir Ve Yerel Yönetim Hizmetleri”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (100-178)),s.108 [30] Küçükaşçı, s.109 [31] Küçükaşçı, s.141 [32] Ziya Kazıcı, “Abbasiler Dönemi Şehir Ve Yerel Yönetim Hizmetleri”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (185–197)),s.190 [33] İslam Ansiklopedisi, s.324 [34] Gül, s.84 [35] İslam Ansiklopedisi, s.324 [36] Murat Demirci, “Osmanlıda Mahalle; İnsanlar, Mekanlar ve Gündelik Hayat”, Değirmen Dergisi, 2009, http://www.degirmendergi.com/haber_detay.asp?haberID=582, (10 Kasım 2009) [37] Bayartan, s.95 [38] Işık Tamdoğan Abel, “Osmanlı Döneminden Günümüz Türkiye’sine Bizim Mahalle”, İstanbul Dergisi,Sayı.40, (Ocak, 2002),s. 66. [39] Tamdoğan, s. 69 [40] Tamdoğan, s.70 [41] Özen Tok, “Kadı Sicilleri Işığında Osmanlı Şehrindeki Mahalleden İhraç Kararlarında Mahalle Ahalisinin Rolü”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2005, Sayı:18, http://sbe.erciyes.edu.tr/dergi/sayi_18/10_tok.pdf, (15.09.2009), s. 156. [42] Güler, Nuray. “16. yy’da Üsküdar’da Gülfem Hatun Mahallesi (1540–1600)”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü, 2008),s. [43] Adalet B. Alada, "Kentsel Yönetime Katılımda Mahalle", DOSYA–08: Yerel Yönetimlere Katılım, Bülten 64 (Aralık 2008), Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yayını, s. 66–70, s.2 [44] Güler, s.12 [45] Himmet Taşkömür, “Osmanlı Mahallesinde Beşeri Münasebetler”, İslam Geleneğinden Günümüze Şehir Ve Yerel Yönetimler içinde (440-444)),s. 443 [46] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.174 [47]Hasan Özönder, “Osmanlı’da Sadaka Taşları”, http://www.dinahlak.com/index.php?option=com_content &task=v iew&id=310&Itemid=60 (11 Ekim 2009) [48] Tok, s.157 [49] Tok, s.169 [50] İsmail Kıvrım, “Osmanlı Mahallesinde Gündelik Hayat (17.yy’da Gaziantep Örneği)”, (Elektronik Versiyon), Gaziantep Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2009, (3 Ekim 2009), s.241 [51] Kıvrım, s.245 [52] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle s.164 [53] Bayartan, s.100 [54] Kazıcı, s.432 [55] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.166 [56] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.167 [57] Mahallerde temizlik işlerinin yürütülmesine ilişkin olarak 1107/1695 tarihli bir belgede mahalle halkı mütevellileri ve esnaf kethüdalarının çevrelerindeki her türlü pislik, çöp vs.yi temizlemekle görevli olduklarını, gerekli özenle isteneni yerine getirmediklerinde mahalle halkı adına imam, mütevelli ile esnaf kethüdalarının sorumlu tutulacağı emrolunmuştur. [58] Bayartan, s.103 [59] Bayartan, s.104 [60] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.172 [61] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.170 [62] Abdullah Yaman,Osmanlı Toplumunda Ticaret Zanaatın Organizasyonu”, Gerçek Dergisi, C.2. (Mayıs 1974),s.6 [63] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.170 [64] Adalet B.Alada, “Şehir Yönetiminin Örgütlenmesinde İlk Basamak: Mahalle”, Kent Yönetimlerinin Demokratikleşmesi Sürecinde Mahalle, IULA-EMME, İstanbul: Kent Basımevi, 2000, s.102 [65] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.124 [66] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle, s.105 [67] Ekrem Işın, “19.yy’da Modernleşme ve Gündelik Hayat”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 1985, s.545 [68] Demirci,“Osmanlıda Mahalle; İnsanlar, Mekanlar ve Gündelik Hayat” [69] Demirci,“Osmanlıda Mahalle; İnsanlar, Mekanlar ve Gündelik Hayat” [70] Işın, s.547 [71] Demirci, “Osmanlıda Mahalle; İnsanlar, Mekanlar ve Gündelik Hayat” [72] Çiğdem Kafesçioğlu., “Osmanlı şehirciliğinde dönüşüm ve devamlılık: Onbeşinci Yüzyıl Istanbul’unda külliye ve mahalleler”, 550. Yılında Fetih ve İstanbul, 177–188, Ankara: Türk Tarih Kurumu, 2007, s.177. [73] Doğan Kuban, İstanbul Bir Kent Tarihi Bizantion, Konstantinopolis, İstanbul,: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2004, s.187. [74] Ahmet Tabakoğlu, İstanbul’un İktisadi ve İctimai Tarihi (Ders Notları, İktisat Fakültesi, 2009),s.108. [75] Mehmet Tuncel, “Türkiye’de Kent Yerleşmelerinin Tarihçesine Toplu Bir Bakış”, İ.Ü.Coğrafya Enstitüsü Dergisi, Sayı:23,(1980), s.149. [76] Ahmet Tabakoğlu, s.115. [77] Kafesçioğlu, s.185. [78] Kuban, s.188. [79] Ekrem Hakkı Ayverdi, Fatih Devri Sonlarında İstanbul Mahalleleri, Şehrin İskanı ve Nüfusu: Ankara, Vakıflar Umum Müdürlüğü Neşriyatı, 1958, s.3. [80] Tabakoğlu, s.118 [81] Tabakoğlu, s.123 [82] Kafesçioğlu, s.183. [83] Kafesçioğlu, s.186. [84] Kafesçioğlu, s.180. [85] Kafesçioğlu, s.182. [86] Kuban,s.189. [87] Doğan Kuban, “Koloni Şehrinden İmparatorluk Başkentine”, İstanbul Dergisi, Sayı.4, (1993),s.17 [88] Tabakoğlu, s.116. [89] Erses, s.61. [90] Tabakoğlu, s.108. [91] Kuban, , İstanbul Bir Kent Tarihi Bizantion, Konstantinopolis s.223. [92] Erses,s.62. [93] İlhami Yalınkılıç, “İstanbul Üzerine Çeşitlemeler” (Araştırma) İstanbul Bülteni, İst.B.Ş.B.Yayını,sayı:73,1997,s.26 [94] Erses,s.62. [95] Ayverdi,s.4. [96] Erses,s.61. [97] Tabakoğlu,s.116 [98] Tabakoğlu,s.162. [99] Tabakoğlu,s.116. [100] Fatma Ürekli, İstanbul Depremi, İstanbul Araştırmaları:5, İstanbul,1998,s.48 [101] Cem Behar, “Kasap İlyas Mahallesi, İstanbul’un Bir Mahallesi’nin Sosyal ve Demografik Portresi:1546– 1885”,İstanbul Araştırmaları:4,İstanbul,1998,s.28. [102] Robert Mantran, 17.yy’ın ikinci yarsısında İstanbul, Kurumsal İktisadi Toplumsal Tarih Denemesi,1.Cilt, Türk Tarih Kurumu, Ankara,1990, [103] Erses, s.63. [104] Tabakoğlu, İstanbul Tarihi (Ders Notları),s.347 [105] Tabakoğlu, s.167 [106] Yalınkılıç, s.26. [107] Erses,s.64. [108] Kuban,s.190. [109] Tabakoğlu,349 [110] Erses, s.64 [111] Ahmet Tabakoğlu,”Der-Saadet ve Bilad-ı Selase”,(Ders Notları,2009),s.289. [112] Erses,s.65 [113] Tabakoğlu, İstanbul Tarihi (Ders Notları), s.347 [114] Alan Duben ve Cem Behar, İstanbul Haneleri, ( İstanbul: İletişim Yayınları, 1996), s. 35-37 [115] Tabakoğlu, İstanbul Tarihi (Ders Notları), s.352. [116] Tabakoğlu, İstanbul Tarihi (Ders Notları), s.352 [117] Arıkboğa, Erbay; “Yerel Yönetim Açısından Mahalle Muhtarlığına Bir Bakış”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt 8, Sayı 3, 1999, s. 106. [118] Mürur Tezkiresi, ülke içinde seyahat edenlere verilen vesika. [119]Erbay Arıkboğa, “Yerel Yönetim Açısından Mahalle Muhtarlığına Bir Bakış”,Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt 8, Sayı 3, (1999), s. 106. [120] Alada, Adalet B., “Şehir Yönetiminin Örgütlenmesinde İlk Basamak: Mahalle”, Kent Yönetimlerinin Demokratikleşmesi Sürecinde Mahalle, IULA-EMME, İstanbul: Kent Basımevi, 2000,s.108 [121] İlber ortaylı,Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, 2.Baskı, Ankara:Cedit Neşriyat, 2008,s.347 [122] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle,s.183 [123] Alada, Osmanlı Şehrinde Mahalle,s.183 [124]Bilal Eryılmaz, “Türkiye’de Köy ve Mahalle Muhtarlıklarının Ortaya Çıkışı ve Gelişimi”, Türk İdare Dergisi, Cilt 60, Sayı 378, 1998, s. 470. [125] Eryılmaz, s. 473. [126] Eryılmaz, s. 473. [127] Arıkboğa, s. 114. [129] Cumhuriyet Dönemi İstatistikleri, D.İ.E., 1950,1955,1960,1975,1980,1985,1990 [130] Cumhuriyet Dönemi İstatistikleri, D.İ.E., Genel Nüfus Sayımları, 1950,1955,1960,1975,1980,1985,1990 [131]Çiğdem Aysu, İstanbul Şehrinden Metropoliten İstanbul’a, İstanbul Dergisi, Sayı:40,(Ocak,2002),s.51 [132] Doğan Kuban, Çiğdem Aysu, “Mahalle”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.5,İstanbul: Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, 1994,s.35 [133] Arıkboğa, s. 115-117. [134] Eryılmaz, s. 474.

 
 
 

Comentarios


Abone Ol

Teşekkürler

  • Black Facebook Icon
  • Black Twitter Icon
  • Black Instagram Icon

© 2023 Tüm hakları saklıdır.

bottom of page